top of page

DİKTATÖRLER

    Bu kez sizleri tarihin kanlı sayfalarında gezdirmek istiyorum. Ama savaşları konu etmeyeceğim, ülkelerin kendi diktatörlerinden çektikleri acıları anımsatacağım okurlarıma. Türk Dil Kurumu, “Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış bulunan kimse” sözleri ile tanımlıyor bu kavramı. Diktatörlerin en nefret ettikleri iki şeyin, denetim ve eleştiri olduğunu da kimsenin unutmaması gerekir. Stalin, Hitler, Mussolini, Mao, Saddam ve Kaddafi gibi çok tanınan ve haklarında fazlasıyla yazılmış ve çizilmiş diktatörleri tekrarlamak yerine özellikle toplumumuz tarafından daha az tanınan ama en az yukarıda isimlerini yazdıklarım kadar ülkelerine ve vatandaşlarına kötülük yapmış olan diktatörleri tanıtmaya çalışacağım. Bu bölümde işlediğim konuyu beğenen arkadaşlar için de bir sürprizim var. Bu tür bir sitede sürpriz ne olabilir derseniz, o da konumuzla ilgili güzel bir kitap tanıtımı olur mutlaka.

 

POL POT  (Kamboçya)

   

        Pol Pot liderliğindeki Kızıl Khmer rejimi, 1975-1979 tarihleri arasında 7 milyon nüfuslu Kamboçya’da tam 1,5 milyon insanın ölümüne ve bir o kadar insanın da sakat kalmasına sebep oldu. Batılı ülkelerin göz yumduğu, hatta zaman zaman desteklediği, insanlığın yüzkarası bu olay sonrasında Kamboçya’da bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Asıl ismi Salath Sar olan Pol Pot, orta halli çiftçi bir ailenin oğluydu. Ülkesinde Fransızca eğitim gören gençlerin arasında bulunuyordu. Aldığı bir bursla eğitim için Fransa’ya gitti, orada komünist partisine katıldı. Siyasi faaliyetlere fazla zaman ayırdığından eğitimini aksattı,  bursu kesilince ülkesine dönmek zorunda kaldı. Arkadaşları arasında silik bir genç olmasına rağmen siyasi ortamda tam aksine aktif bir insan oluyordu. Ülkesinde iç savaş olduğu için herkes taraf seçmek zorundaydı. O da Fransa’da bulunduğu dönemde komünist partisi üyesi olduğu için ülkesinde de parti ile ilişkisini devam ettirdi. Kısa süre içinde Komünizmi çok radikal, hastalıklı bir şekilde yorumladı. Zira hayalperest ve psikopat bir yaradılışa sahipti. Kamboçya’ya geri döndükten sonra öğretmenlik yaparak hayatını kazanıyordu. Yer altı faaliyetlerine ilgi duydu ve Maocu bir gerilla örgütüne katıldı. Artık çalışmıyordu, o günlerde Çin’e gitti ve Mao’nun öğretisini yerinde öğrendi.  Mao’nun Çin’i, politik potansiyel gördüğü Kamboç gençlerine Pol Pot ismini vermişti, bu nedenle asıl adı Salath Sar olan Pol Pot o günden sonra bu isimle anılmaya başladı. Kısa sürede hızla yükselerek örgütün lideri oldu. Kendilerine Kızıl Khmer ismini veren örgüt, Vietnam savaşı sırasında tarafsızlığını korumaya çalışırken, Çin ile ilişkileri hep üst seviyede tutuyordu. Amerika Vietnam’ı bombalarken Kamboçya’ya kaçan komünist gerillaları da bombalıyordu, bu durum, Kızıl Khmer’lere katılan gerilla sayısının hızla artmasına neden oldu. Pol Pot gerillaları seçerken burjuva kökenlileri tercih etmiyordu. İktidara gelince yapacaklarını daha o günden planlamıştı. İç savaşta, sürgündeki kralın desteğini de arkasına alan Pol Pot, rakibini devirerek ülkenin başbakanı oldu. Phnom Penh şehrine girdikleri gün herkes sevinip bayram yapıyordu ama bu sevincin kısa süreceğini hiçbiri bilmiyordu. Pol Pot modern hayatın, paranın, eğitimin ve dinin zararlı olduğuna inanıyordu. Hastalıklı kafasına çiftçilik dışındaki tüm meslekleri ortadan kaldırmayı koymuştu. Tüm şehirleri, hastaneleri yıktı, okulları kapattı, tapınakları yakıp heykelleri parçalattı. Doktor, öğretmen, avukat, sanatçı, yazar gibi eğitimli insanları hapishanelere attı. Para kullanımını yasakladı, merkez bankasını kaldırdı.  İnsanların okuma-yazma bilmeleri, yabancı dil bilmeleri ve gözlük kullanmaları dahi onların tutuklanmaları için yeterli neden sayılıyordu. Kamboçya’da sadece Kızıl Khmer askerleri ve çiftçilik yapan, pirinç tarlalarında köle gibi çalıştırılan insanlar serbestti. Karşı gelenler, öldürülüp toplu mezarlara gömülüyordu. Pol Pot özellikle çocukların öldürülmesini istiyordu. Çünkü o çocukların büyüdüklerinde intikam almalarından korkuyordu. Ülke gençliğinin geçmişle ilişkilerinin kesilmesi için ne gerekiyorsa yaptırıyordu. Sonunda çocukları, ana ve babalarını ihbar eder hale getirdi. Pirinç tarlaları üzerine kurulmuş bir medeniyet hayali ile yaşıyordu. Her meslekten Kamboç vatandaşını bu tarlalarda pirinç üretimi için ölümüne çalıştırıyordu. Yüzbinlerce Kamboç halkı bu tarlalarda hayatını kaybetti. Demokratik Kamboçya ismini verdiği bu yeni ülkeyi ortaçağın karanlıklarına götürdü. Ülkede bunlar olurken Birleşmiş Milletler toplantılarına Kamboçya da davet edildi. Bu toplantılarda Kamboçya’yı Pol Pot temsil ediyordu. Batılı ülkeler bu olup bitene uzun süre seyirci kaldı, üstelik Pol Post’u destekledi. Vietnam, Amerika ile yaptığı savaştan yeni çıkmıştı, komşu ülkedeki haksızlıklara dayanamadı, Kamboçya’ya girerek Pol Pot’u devirdi. Pol Pot ve örgütün diğer liderleri Çin ve Tayland’a kaçtı. Ülkede kurulan yeni yönetim terörün yaralarını sarmaya çalışırken bu kez ABD onları tanımadı. El altından Pol Pot’a ve Kızıl Khmer’lere destek oldu. 1997 yılındaki ikinci darbe girişiminde de başarılı olamayınca yakaladı ve ömür boyu ev hapsine mahkûm edildi. 1998 yılında kalp krizinden öldü. Geride Kamboçya halkına bol bol kan ve gözyaşı bıraktı. Dünya kamuoyu uzun yıllar ölüm tarlalarından haberi olmadan yaşadı. 1985 yılında ölüm tarlaları isimli film yapıldıktan sonra insanlar ölüm tarlaları gerçeği ile tanıştı. Filme konu olan bu ismi ilk kullanan kişi ise Vietnam doğumlu ve Kızıl Khmer denilen bu kanlı örgütün elinde dört yıl tutsak kalıp her türlü işkenceyi görmüş olan ABD’li gazeteci Dith Pran’dı.

 

FULGENCİO BATİSTA  (Küba)

   

     Batista, çiftçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Orduya stenograf olarak katıldı ve çavuşluğa yükseldi. 1933 yılında çavuşlar ayaklanması adı verilen bir darbeyle iktidarda bulunan geçici rejimin devrilmesinde önemli rol oynadı. Kısa süre içinde Küba’nın en güçlü adamı, yani genelkurmay başkanı oldu. Çevresindeki darbeci gençliğin tesirinde kaldığı günlerde kendisini iyi bir devrimci olarak tanıttı. İlk günlerde devrim ruhuyla çalıştı. İnsanları iyi tanıyan Batista,  çevresindekileri hoş tutarak iktidarını güçlendirdi. Böylelikle ordunun, devlet memurlarının ve örgütlü işçilerin desteğini kazandı. İlk birkaç yıl ülkeyi yakınları aracılığıyla kendisini arka planda tutarak yönetti. Ülke yönetiminde tecrübe kazandıktan sonra 1940 yılında başkan seçildi. Amerikalılar onun şifresini kısa sürede çözmüşlerdi, politik bilinç seviyesinin düşük olduğu anlaşıldıktan sonra satın almak kolay oldu. Batista kısa sürede kendisine çok büyük servet sağladı. Bu süre içinde kurmuş olduğu etkili yönetim sayesinde başarılı da oluyordu. Eğitim sistemini yaygınlaştırdı, dev bir kamu girişimleri programı uygulayarak ekonomik büyümeyi hızlandırdı. Bu arada Komünist Partisinin kuruluşunu yasallaştırdı ve hükümetine onlardan bakan dahi aldı. Her kesime mavi boncuk dağıtmayı iyi becerdi. 1944 yılında görev süresi sona erdiğinde ülkesinden ayrılıp yurtdışında gezilere çıktı, bir süre ABD’de yaşadı. Onun iktidarda olmadığı sekiz yıl süresince Küba'da ekonomik ve siyasal yozlaşma arttı, kamu hizmetleri çöktü. Halk fakirleşti.1950 yılında Fidel Castro yönetime el koymak için düzenlediği Moncado kışlası baskında başarısız olmuş hapse atılmıştı. Daha sonra da Meksika’ya sürgüne gönderilmişti. Küba’da işler iyi gitmiyor, halk rahatsızdı. Bu kez Batista 1952 yılında askeri darbe yaparak 2.kez başkan oldu. Ama bu gelişinde üniversiteyi, basını ve kongreyi denetimi altına aldı, anayasayı kaldırdı, meclisi dağıttı. Batista ülkeyi diktatör gibi yönetiyordu. Ekonominin içinde bulunduğu kötü durumdan yararlanarak zimmetine büyük miktarda para geçirdi. ABD’nin Küba'yı içki, kumar ve fuhuş merkezi yapmasına yardımcı oldu. Aldığı komisyonlar karşılığında ABD’li şirketlere ayrıcalıklar tanıdı. Ülkesinde polis ve askerlere büyük yetkiler vererek tüm muhalefeti ezip geçti. Zaten fakir olan halkı daha da yoksullaştırdı. Fidel Castro devrim için örgütleniyordu, Arjantinli devrimci Che Guevara’da aralarına katılmıştı. Kübalı devrimci Alberto Bayo tarafından eğitilen 82 kişilik bir grup Fidel Castro liderliğinde tekneyle Küba’ya geldi. Gurup karaya çıkarken askerler tarafından ateşle karşılandı, yetmiş gerilla öldürüldü. Kalan 12 gerilla Sierra Maestra dağlarına sığındı. Kısa süre içinde örgütlenip, ölümü göze alan binlerce gerilla oldular. Devrimci güçlerin başlattığı saldırılar karşısında Küba’lı askerler başarısız kaldılar. İsyanı bastırabilmek için Batista kendi halkını bombalattı. İktidarı kaybettiğini anladığı zaman, yani devrimden üç gün önce ailesiyle birlikte Dominik Cumhuriyetine kaçtı. 1973 tarihinde İspanya’da geçirdiği bir kalp krizi sonucu öldü.

    Şimdi sizlere, Nazım Hikmet’in Küba’yı ziyaret ettikten sonra yazdığı saman sarısı isimli şiirinde ressam ve şair arkadaşı Abidin Dino’ya mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin diye seslenişini yazıyorum.

 

Küba'dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin.

 

Nazım Hikmet

 

AUGUSTE UGARTE PİNOCHET  (Şili)

   

     Pinochet, ana ve baba tarafından göçmen olan bir ailenin çocuğuydu. Askeri akademiyi bitirip orduya katıldı. Başarılı bir kurmaydı, 1970 yılında tümgeneral oldu. Aynı yıl Şili de yapılan seçimleri sosyalist Salvador Allende kazandı. ABD Başkanı Nixon, yapılan seçimleri Allende’nin kazanmaması için CIA’yı devreye sokmuş ama başarılı olamamıştı. Nixon’un korktuğu başına geldi. Allande göreve başlar başlamaz ABD’nin elinde bulunan bakır işletmelerini millileştirdi. Arkasından gündeme toprak reformunu getirdi. Ülkesinin hayrına olan bu işler emperyalist güçlerin hoşuna gitmiyordu. CIA’nın desteklediği grevler Allende’nin işlerini zora sokuyordu. 1973 yılında Salvador Allende, Pinochet’i Şili silahlı kuvvetlerinin başkomutanlığına getirdi. 18 gün sonra yapılan askeri bir darbe ile Allande görevden alındı. Pinochet 18 gün içinde darbeyi hazırlayamazdı ama yapılan bu darbeyi kullanarak ülke yönetimi dörtlü bir cunta ile birlikte ele geçirdi. İlk yaptıkları iş Allande’yi ortadan kaldırmak ve bütün siyasi partilerin etkinliklerini durdurmak oldu. Muhalefete karşı acımasız ve kanlı bir kıyıma başladılar. Darbenin ilk üç yılı içinde yüz binden fazla insan tutuklandı. 17 yıllık diktatörlük döneminde ise iki bini aşkın insan siyasi nedenlerle öldürüldü. Binden fazla insan kayboldu. On binlerce insan işkence gördü. Yaptıkları her olumsuz işi komünizmin kökünü kurutuyoruz diyerek pazarladılar. Anayasayı yürürlükten kaldırarak belirsiz bir süre iktidarda kalacağını açıkladı. Daha sonra cuntanın öteki üyelerini danışman konumuna indirdi ve iktidarı kendi eline alarak devlet başkanlığını üstlendi. Muhalefete yönelttiği sert baskıcı uygulamaları uluslararası kamuoyunda yoğun tepkilere yol açtı. Pinochet, Allende hükümetinin ekonomi politikalarına son vererek ekonomik alanda liberal bir çizgiye döndü. 1975 yılının ortalarından itibaren Pinochet, kendi iktisadî reformlarını uygulamaya koydu. Chicago’lu çocuklar olarak bilinen, Milton Friedman’ın fikirlerini benimseyen, onun yetiştirdiği iktisatçılarla çalışmaya başladı. Amerika’nın istediklerini yapıyordu. Ekonomiyi uluslararası rekabete açtı. Serbest girişime dayalı yeni ekonomik politikaların uygulandığı bu dönemde, çalışanların yanı sıra orta sınıfın ve alt kesiminin yaşam düzeyi kötüleşti. Ağır dış borç yüküyle birlikte enflasyon ve işsizlik arttı. 1980 yılında yeni yapılan anayasa askeri rejimin denetimi altında halkoylamasına sunuldu ve kabul edildi. Mart 1981'de yürürlüğe girmesinin ardından sekiz yıllık bir dönem için devlet başkanlığını üstlendi. Bu kez her kanunsuz işleme “vatanın iyiliği için” sözünü kılıf yaptı. Komünizmin kökünü kurutmak için işkence gerekli, vatanın iyiliği için sözü ile işkenceyi meşrulaştırdı. Zamanla güçlenen muhalefet, özellikle 1982-83 yıllarındaki ekonomik bunalımın ardından açık eylemler düzenlemeye başladı. Bu gelişmeler Pinochet'in konumunu sarstı. Genişleyen protesto eylemleri ve 1984 yılındaki gerilla saldırılarının ardından ülkede sıkıyönetim ilan edildi. 1987 yılında sıkıyönetimi kaldırarak siyasi partilerin kurulmasına izin verdi. Bir dönem daha iktidarda kalabilmek için halkoylamasına başvurduysa da seçilemedi. 1989 yılında yapılan seçimleri 17 siyasi partinin oluşturduğu Demokratik İttifak'ın adayı Hıristiyan Demokrat Patricio Alvwin kazandı. Pinochet, Alywin'in göreve başladığı 11 Mart 1990'da değin görevi sürdürdü. Genelkurmay başkanlığını ise 1998 yılına kadar sürdürdü. Ayrıca anayasaya yeni bir madde ekleterek, kendisine "hayat boyu senatör" olma hakkını koydurttu. 1991 yılı başında, Pinochet döneminde yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla silahlı kuvvetler hakkında soruşturma açıldı. Soruşturma sonunda, bazı yolsuzluklara Pinochet'nin aile üyelerinin de karıştığı anlaşıldı. 1998 yılında İspanya’nın suç duyurusunda bulunması üzerine, iktidarda olduğu dönemde İspanyol vatandaşlarının öldürülmesinden sorumlu tutularak, İngiltere’de tutuklandı. İspanya Pinochet'in iadesi için İngiliz hükümetine resmen başvuruda bulundu. Londra'da 16 ay ev hapsinde tutulduktan sonra 2000 yılında sağlık durumunun yargılanmaya elverişli olmadığı için ülkesine dönmesine izin verildi. Onun davası insanlık tarihinde yepyeni bir adım olarak kabul edilmelidir. İnsan haklarını sistemli bir şekilde ihlal eden devlet büyüklerinin günün birinde hesap verme durumu ile karşılaşabileceklerini göstermiştir. Bu şekilde davranan yöneticilerde işkenceye maruz kalan vatandaşları kadar korku içinde yaşayacaklardır. Bu imtihanda Şili sınıfta kaldı. Şili’nin yapması gerekenleri İspanya ve İngiltere adaleti yaptı. Ömrünün geri kalan günlerini korku içinde geçirdikten sonra, 2006 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu öldü.

 

LEONİDAS TRUJİLLO MOLİNA  (Dominik)

   

      Trujillo 1918 yılında orduya katıldı. Dominik’in ABD işgali altında bulunduğu senelerde ABD Deniz Piyadeleri tarafından eğitildi. Daha sonra orduda muhtelif kademelerde görev aldı ve albaylığa terfi etti. 1930 yılında Başkan Vasquez’i askeri bir darbe ile devirerek başkanlığı ele geçirdi. Bundan sonra 31 yıl boyunca ülkenin mutlak egemeni oldu. Başkanlığın yanı sıra Başkomutanlığı da üstlendi. Ülkenin yüksek kademelerine yakınlarını getirdi, siyasi muhaliflerini öldürttü. İktidarını korumak için başvurduğu sert önlemlere karşın muhalefet büyüdü. Ayrıca ülke dışında da Dominik'in liberalleştirilmesi için yoğun baskılar başladı. Trujillo ordu içindeki desteğini de giderek yitirmeye başladı. Sonunda, arabasıyla San Cristobal'daki çiftliğine giderken makineli tüfek ateşiyle öldürüldü.

    Bu kez bu diktatörün yanı sıra onunla ilgili değişik bir öyküyü de anlatmak istiyorum sizlere. Dominik, Karayip denizindeki Hispanyola adasında, Haiti’ye komşu bir ülkedir. Bu ülkede yaşayan Mirabal ailesinin dört kız çocuğu bulunuyordu. Bu kızlar evlerinde Meryem Ana, İsa ve aziz ikonlarının yanında asılı olan Başkan Turijillo’nun resmi ile büyüdüler. Küçük yaşlarında anne ve babalarından diktatöre itaat etmeyi öğrendiler. Kızlardan biri, okul arkadaşının ailesinin başından geçen acı bir olayı öğrendi ve bu olayı kardeşlerine de anlattı. Bunları öğrenen kızların yaşantısı bir daha eskisi gibi olmadı. O günden sonra Rafael Trujillo iktidarına karşı direnmeyi öğrendiler. Turijillo gözü dönmüş bir katildi. Kızlardan biri direniş örgütüne katıldı. Sonra diğer iki kardeşi de onu izledi. Kız kardeşlerden bir tanesi diğerleri kadar cesur değildi. Belki de onun, diğerlerinin hikâyesini anlatabilmesi için sağ kalması gerekiyordu. Gün oldu kızlar evlendi, çocukları oldu. Aileleri büyüdükçe örgüt yeni üyeler kazanıyordu. Sonunda Mirabal ailesi Diktatör Turijillo için çıbanbaşı haline geldi. Örgüt bir ayaklanma başlattı, ama ayaklanma başarısız oldu. Tüm aile yakalandı, hepsi işkenceden geçti. Bir süre sonra, kadınlar ev hapsinde tutulmak üzere serbest bırakıldı. Erkekler ise hapiste kaldı. Her taraf muhbir ve ajanla dolu iken kadınlar yeraltı örgütüyle temasa geçmeyi başardı. Miraballar haftada bir, erkekleri ziyarete gidiyordu. Kadınların işini zora sokmak için erkekleri ulaşımı zor, dağ başındaki bir cezaevine sevk ettiler. Buna rağmen kadınlar ziyarete gitmekten asla vaz geçmediler. Kadınlar ziyaretten dönerlerken üç kız kardeş ve şoförleri yolda öldürüldü. Kadınların sıra dışı yaşamları sıra dışı bir son ile noktalandı. Dominik için efsane olan üç kadın ölümleriyle hem Latin Amerika’nın, hem de Dominik'in yazgısını değiştirdi. Turijillo'nun iktidardan düşürülmesinden sonra açılan mahkemelerde rejimin pislikleri gün yüzüne çıkarıldı. 30 yıl süren kanlı diktatörlük dönemi yargıladı. Sizlere anlattığım yaşanmış olay "Kelebekler Zamanında" kitabının çok kısa bir özetidir. Eğer hoşunuza gittiyse sizleri Julia Alvarez’in yazdığı bu kitabı okumaya davet ediyorum. Kitabın yazarı da, Diktatör Turijillo'nun zulmünden kaçan Dominik sığınmacısının kızıdır. Onun ailesi de sürgün yaşamını New York'ta sürdürmüştü. Latin Amerikalı kadınların çok iyi bildiği bu gerçek olayı bütün dünya öğrensin diye kaleme aldı. Ülkelerinin ulusal efsanesi olan Mirabal Kardeşler'in bu acı hikâyesi, diktatörlüklere karşı verilen özgürlük mücadelesinin iyi bir örneği oldu.

 

Cellat uyandı yatağında bir gece

“Tanrım” dedi “Bu ne zor bilmece:

Öldükçe çoğalıyor adamlar

Ben tükenmekteyim öldürdükçe…”

 

Ataol Behramoğlu

bottom of page