top of page
Paris & Paris
Paris parkları

     Her insan için Paris algısı farklıdır. Bu açıdan baktığınızda tek bir Paris yoktur, Parisler çoktur Fransa’da. Bana göre modası hiçbir zaman geçmeyen klasik bir müzik eseri gibidir Paris. Her seferinde farklı bir yönüyle etkiler kendini ziyaret edenleri. Bu şehir sanatın ve kültürün anavatanıdır şüphesiz. Victor Hugo'nun Paris'i, Notre-Dame Katedralinin görkemi ile 15. Yüzyıl Fransa’sıdır aslında. Victor Hugo'nun Paris'e olan tutkusu, Nötre- Dame de Paris gibi yalnızca Fransız edebiyatının değil, dünya edebiyatının temel eserleri arasına girmiş bu görkemli romanı yazmış olmasıyla ölçülebilir kuşkusuz, Paris birçok yazarı ve sanatçıyı büyülemiştir ancak, Victor Hugo gibi usta yazarların yapıtlarında kent büyülü bir şiir şekline dönüşmüştür. Çünkü Paris, ona ithaf edilen şarkıları, kitapları, filmleri hak edecek kadar güzel ve aynı zamanda mağrur bir kenttir. Bu nedenle Balzac’tan Stendhal’a, Emile Zola’dan Arthur Rimbaud’a, Lamartine’den Flaubert’e ve de Marcel Proust’a kadar tüm Fransız edebiyatçıları Paris’i değişik şekilde yorumlamıştır. Zola, Nana isimli romanında, şehirde yaşayan sokak kadınlarının amansız yoksulluğunu anlatırken, Proust, Kayıp Zamanın İzinde isimli muhteşem romanında, şehrin olağanüstü topografyasını sermiştir okurun belleğine. Sadece edebiyatçıların değil tüm sanatçıların gözüne Paris farklı bir şekilde görünmüştür. Ünlü ressam Manet, Paris'in meyhanelerini ve gazinolarını canlandıran resimler yaparken, Claude Monet ise özellikle Seine kıyılarına ait resimler yapmayı sürdürmüş, ışığın su üzerindeki değişen yansımalarını görüntülemiştir. Şairlerin gözünde de Paris farklıdır. Hey isimli şiirinde Attila İlhan, “Budapeşte Roma ille de Paris” sözleriyle bu şehri diğerlerinden ayırmış. Büyük şair Rilke ise “burası ölünecek yer desem daha doğru” cümlesi ile değerlendirmiş Paris şehrini. Edebiyatımızın büyük ustası Nazım Hikmet, Henüz Vakit Varken Gülüm isimli şiirinde;

     Henüz vakit varken, gülüm,

     Paris yanıp yıkılmadan,

     henüz vakit varken, gülüm...

     Parisliler, Parisliler,

     Paris yanıp yıkılmasın... 

dizeleri ile hepsinden farklı bir yorum getirmiştir Paris’e. Bu farklı bakış aslında bizim gibi sıradan ölümlüler için de geçerlidir. Kiminin Paris’ini Eyfel kulesi simgelerken kimileri için Paris, bir meydanlar kentidir. Kimisi Seine nehrinin hayallerini kurarken kimileri kentin en eski semti olan Marais’i düşler. Kimi için Paris alışveriş demek, kimi için tereyağlı kruvasan ve rengârenk makaron yemek. Bazıları içinse Paris, büyük müzeleri ve sergileri gezmek. Buna karşılık ortak değerleri de vardır bu aşk şehrinin. Kente gelenlerin Louvre müzesini ve Notre Dame Katedralini gezip beğenmeleri gibi. Paris’i tanımak ve anlamak için Fransız İhtilalini de bilmek gerek. Devrim sonucunda Fransa’da ki mutlak monarşinin yıkılıp yerine Cumhuriyetin kurulması ve Katolik Kilisesinin reforma zorlanması ile Paris’in, yaşamdan keyif alanların şehri olduğunu unutmamak gerek.

Rue Cremieux Sokağı
Rue des Barres Sokağı

     Modern dünyanın masal anlatıcısı olarak bilinen Italo Calvino, Görünmez Kentler isimli kitabında kurmaca kentlere birer kadın adı vermiştir. İşte Paris kenti bunu tam manasıyla hak etmiş bir kenttir. Paris dişi bir kenttir. Süsüyle, püsüyle, kokusuyla, alımlı ve gösterişli duruşuyla tam bir dişi. Bu nedenle doğurgan ve doğurduğunu istediği gibi büyütebilen bir şehirdir Paris. Bir ananın eli gibi derler toparlar her yeri. Çünkü bu kentte her şey planlı ve programlı. İnsanları da Paris’le uyumlu, sokakları mesken tutmuş sokak tiyatrocularını ve müzisyenleri aç bırakmaz doyurur. Paris gezimi diğer gezi yazılarım gibi yazamıyorum şimdi. Bu kentin ayrıcalığı demek ki benim de içime sindi. Bilinenin dışında bir de gizli kalmış Paris olduğunu unutmayın sakın. Şayet gönlünüzü Paris’e verdiyseniz, şehrin size farklı şeyler sunacağını unutmayın. Bilinen sokakların arka sokaklarına daldığınızda, karşınıza çok değişik hikayeler çıkar. Yazları kısa, kışları uzun ve soğuktur Paris'in. Gökyüzü uzun süre gri olur, kışın erkenden akşam çöker Parislilerin üzerine. Halbuki yaz geldiğinde bitmek bilmez gün. Ayrıca yağmurun en yakıştığı şehirlerden birisidir Paris. Yağmurun ne zaman yağacağı hiç belli olmaz, belli olan tek şey yeraltı geçitleri ile metronun sular altında kalmayacağı. Paris’e kaç kere giderseniz gidin, her gidişinizde farklı bir duygu yaşayacaksınız. Tarihi yapısı, göz alıcı ve eşsiz binaları ve çok özel sokakları ile Paris, her seferinde farklı bir şehir gibi görünür gözlerinize. Paris kent merkezinde, Seine Nehri üzerinde 37 köprü olduğunu da unutmamak gerek. Nehir, bazen yeşil bazen kahverengi aksa da suyu arıtıldığı için temiz. Paris'in içme suyunun da bu nehirden sağlandığı söylenir. Paris’te güneşin yükselmeye başlaması ile birlikte burnunuza dayanılmaz güzellikte ekmek ve kahve kokuları gelir. Fransız mutfağındaki kahvaltı ise bize pek uygun değildir. Fransızlar kahvaltıda çoğunlukla kahve, ekmek ve reçeli sever, bize ise aç kalmak düşer. Onlar için kahvaltının vazgeçilmezi, kuruvasanın her çeşidi. Her gezginin Paris’i başkadır dedik en başta. Bu yazıda Paris, gezilesi sokakları ve görülesi mekanları ile farklı bir şekilde yansıtılacaktır meraklısına. 

Cafe de Flore
Les Deux Magots

     Mesela Paris’te öyle bir meydan vardır ki meydana açılan sokaklar buram buram kahve kokar. Bu bölge Paris kafe kültürünün oluştuğu yerdir. Saint-Germain Bulvarı üzerinde hayal edemeyeceğiniz kadar çok, şık ve sevimli kafeler sıralanır. Bunların arasında Café de Flore ve Les Deux Magots adlı iki kafe diğerlerinden çok farklıdır. Paris Günleri isimli kitabında Demir Özlü de ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır bu kafeleri. Les Deux Magots adlı mekan sürrealizm ve varoluşçuluk akımlarının doğuşuna tanıklık etmiş. Sanki 20. yüzyıl edebiyatını tek bir restoranda toplamışlar gibi. Jean-Paul Sartre, Ernest Hemingway, Simone de Beauvoir, Albert Camus, Pablo Picasso, James Joyce, Bertolt Brecht bu kafenin müdavimi olmuş ünlü isimler. Bunun önemi de bildikleri için dekor hiç değiştirilmemiş ve dokusu özenle korunmuş. Cafe de Flore, Paris’in en eski kahvecilerinden birisi, 1880’de açılmış. İsmini ise Roma mitolojisinde çiçek tanrısı olan Flora’dan almış. Dekorasyonunu ise 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana çok az değişmiş olan Cafe de Flore’un her köşesinde tarih yatıyor. Jean Paul Sartre parasız bir hayat yaşadığı için yazılarının çoğunu bu kafede yazmış. Eski günlerde hangi kafenin daha çok yazar ve entelektüel ağırladığı konusunda rekabet yaşanırken, bugün ziyaretçilerin çoğunluğunu turistler oluşturur. Bu nedenle sizler kahvenizi ara sokaklardaki kafelerde daha rahat içebilirsiniz. Kahvenizi içerken, bir gün bu cadde üzerindeki bir binanın çatı katında yaşamayı dahi hayal edebilirirsiniz. Çünkü bu bölgede sadece kafeler yoktur. Bu bölge, marka mağazaları, inanılmaz tasarım dükkanlarını, sanat galerilerini, atölyeleri, içinden çıkmak istemeyeceğiniz antikacıları ve daha nicelerini barındırır. Bu bölgede bulunan Saint-Germain Kilisesi ise Paris'in en eski kilisesidir. Saint Germain'den yukarı doğru yürüdüğünüzde bu kez Paris’in en ünlü yeşil alanı olan Lüksemburg Bahçelerini görürsünüz.

Şanzelize'de gece görünümü

     Ve elbette ki hepimiz biliriz "Oooo Şanzelizeeee..." şarkısını. Concorde Meydanından Arc De Triomphe denilen Napolyon’un zafer takına uzanan yaklaşık iki kilometrelik bir bulvar. İki ucu da aynı şekilde görülmeye değer. Bu caddenin genişliği ise yetmiş metreyi geçer. Yayalara ayrılmış özel alanların yanı sıra yol boyu size eşlik eden yeşil ağaçlar ise bulvara ayrı bir güzellik katar. Bu cadde Paris'in turistik bölgesini görmek için güzel bir gezi parkuru aslında. Ünlü markaları satan prestijli mağazalar yolun iki tarafına sıralanmış. Sonra meşhur makaroncu Ladurée ile ünlü Brükselli Léon'un da bu cadde de şubesi var. Bu arada Leon’un Paris’te dokuz şubesi olduğunu da unutmayalım. Ayrıca Paris'in ünlü kabarelerinden Lido ve Crazy Horse da bu bulvar üzerinde bulunuyor. Bu gezinizi gündüzün cıvıltısını ve canlılığını, bir de gecenin ışıltısını ve renk cümbüşünü görüp yaşamak için iki kez yapmanız gerekecek. Yorulduğunuzda ise güzel kafelerde dinlenmek için kahve molası verebilirsiniz. Zafer Takı’nın yakınlarında ise dünyanın en ünlü müzesi olan Louvre Müzesinin bulunduğunu da unutmayın. Concorde meydanı gerçekten görülmeye değer, Paris’te gezip görülebilecek yerler arasında ilk sırada. Fransız devrimi sırasında bu meydanda yaşanılanları düşündüğünüzde insanın inanısı gelmiyor ya. Concorde meydanında giyotine kurban edilen ünlü isimlerden bazılarının kraliçe Marie Antoinette, kral XVI Louis, Danton ve Robespierre olduğunu öğrendiğinizde şaşkınlığınız daha da artıyor. O günlerde giyotinin çalıştığı yerde, bugün Carousel Alışveriş Merkezi var.

     Paris'in en çok ziyaret edilen yerlerinden birisi olan Louvre Müzesi, dünyanın da en büyük ve ünlü müzeleri arasında. Önceleri kraliyete ait olan yapı, dünyanın en ünlü ve değerli sanat eserlerini sergiler. Müzeyi tam anlamıyla gezebilmek ise inanın bir yıl sürer. Bu nedenle en çok görmek istediğiniz eserleri belirleyip sadece onlara yönelmelisiniz. Leonardo Da Vinci'nin Mona Lisa'sı, The Virgin and Child with St. Anne, Madonna of the Rocks adlı eserleri ile Jacques Louis David'in Oath of the Horatii adlı eseri, Delacroix'nın Liberty Leading the People adlı eseri ve Alexandros of Antioch'un Venus de Milo'su, bu müzede segilenen eserlerin en önemlileri. Her ayın ilk pazar günü ücretsiz ziyaret edildiğini de unutmayın. Vakit bulursanız buraya yakın olan Musée d’Orsay’ı da görmelisiniz.    

Montmartre'de resim pazarı
Rue de I'Abreuvoir sokağı

     Gelelim Montmartre Tepesi’ne. Bu bölgeye Ressamlar Tepesi de denilir. Tepeye çıkmak için oldukça fazla sayıda merdiven çıkacağınızı hatırlatırım. Bu bölge, Paris'in genel düzlük yapısına göre tepelik bir alan olduğundan ve mimarisi daha çok Paris dışındaki bir köy havası taşıdığı için ziyaretçilere ilginç gelir. Bu bölgeyi Little Train of Montmartre isimli minik sevimli trenlerle gezmek bence daha iyi. Tepeye merdivenle ulaşan misafirleri, Sacre Coeur isimli ve düğün pastası görünümlü çok güzel bir Bazilika karşılar. Bunu gezdikten sonra arkasındaki sokaklara dalıp kaybolmayı deneyebilirsiniz. Montmartre, hem Paris gibi hem değil. Montmartre’nin ortasında mini bir meydan, çevresi restoran ve kafelerle, ortası ise ressam ve karikatüristlerle dolu açık bir alan. Her tarafta ilginç mimariler, cafeler ve tarihin içinden fırlamış gibi duran mekanlar. Bu sokaklarda dolaşırken farklı bir ruh haline girdiğini hissediyor insan. Montmartre’yi dolaşırken duvarın içine sıkışmış adamı görmek için biraz vakit sarfetmek gerek. Ayrıca bu küçük meydanın Paris tarafına düşen bölümünde Galerie Montmartre'a isimli dükkanı da es geçmeyin. İçinde birbirinden güzel tablolar ve heykeller. Buraya gelince görmeniz gereken salkımlarla kaplı sokağın adı ise Rue de l'Abreuvoir, bana göre Paris'te görülecek en güzel sokak. Şayet resim çizdirmek istiyorsanız önce sıkı bir pazarlık etmelisiniz. Bu tepeye Ressamlar Tepesi denilmesinin ana nedeni, Salvador Dali, Pablo Picasso, Van Gogh ve Claude Monet gibi ünlü ressamların burada çalışmış olmaları. Tepeye çıkmadan önce Pigalle semtinde Moulin Rouge kabaresini de görebilirsiniz. Bu kabare, dünyanın en eski ve en bilinen kabaresi. Salon 120 yıl önce açıldığı halde günümüzdeki en popüler salonlarla aynı standartlara sahip. Yaşayan bir müze gibi. Erotik şovlar ve kankan danslarını içeren programlar ile günümüzde de misafirlerini ağırlar.  Şehrin bütün pis işleri bu semtte döner, şayet gece gezecekseniz dikkatli olmanız gerekecek.

Le Marais'ten bir görünüm

     Okuduktan sonra başucunuzdan ayıramadığınız bir kitap gibidir Marais. Fransızlar, Paris’in isyankar çocuğu da derler ona. Kimi zaman "Eski Paris" olarak da nitelenen Le Marais, eski zamanların cazibesiyle modern zamanların işlevselliğini kaynaştırmış bir semttir aslında. Arnavut kaldırımlı sokakları, gizli avlulu evleri, baştan çıkarıcı galerileri ve sarmaşıkla kaplı fırınları gerçekten çok farklıdır. Bu semteki evlerin titiz bir şekilde boyanmış pencereleri ile kapılarını gördüğünüzde sizde hoşlanacaksınız. Le Marais, bir zamanlar bölgede yaşan Yahudi halk tarafından iyi bir şekilde korumuş. Bu bölgede özellikle gay, yahudi ve Çin nüfusu yoğun olarak yaşamakta. Le Marais bölgesi, birbirinden güzel restoranları, butikleri, sanat galerileri, tasarım dükkanları, butik kitapçıları, kafeleri, barları, gece kulüpleri  ve de müzeleriyle Paris'e gelenlerin görmesi gereken yerlerin başında gelir. Daracık sokakları, içiçe geçmiş karakteristik eski Paris evleri ve labirent gibi sokakları ile bugünün Paris’i ile pek bağdaşmıyor gibi gelir bana. Marais’te çok sayıda sinagog ve yahudi kültür merkezi olduğu için kendinizi İsrail'de hissetme ihtimaliniz bile var. Le Marais’e geldiğinizde pek çok mekanı ziyaret edebilirsiniz. Picasso Müzesi, Ulusal Arşiv Müzesi, Place des Vosges, Victor Hugo'nun Evi, Saint Paul Kilisesi, Hôtel de Sully, Carnavalet Müzesi gibi pek çok önemli yapı bu bölgede bulunuyor. Canınız Meksika yemeği istiyorsa kapısında sıra bekleyeceğiniz Candeleria’ya gidebilirsiniz. Banyo, mutfak, çalışma masası için her türlü hediyelik eşyayı Merci’den alabilirsiniz. Marais’de bir kokteyl içmeden dönmem diye düşünenler için Lucky Bastard, Le Mary Celeste’yi önerebiliriz.

Eyfel Kulesinin gece görünümü

     Eyfel Kulesi, Paris'teki demir hanım diye anılır. Kule, aynı zamanda tüm dünyada Fransa'nın sembolü haline gelmiştir. Eyfel kulesi sadece dışarıdan seyredilen bir kule değil. İçine girilip gezilebilir. Eyfel kulesi 3 kattan oluşur. Dileyen asansörle, dileyen merdivenle çıkabilir bu kuleye. İki seçeneğin de giriş ücreti ve çıkış yerleri kulenin farklı noktalarında olduğunu unutmayın. Kuleden muhteşem bir Paris manzarası seyrediliyor. İsterseniz kulenin içinde bulunan restaurantta güzel bir yemek dahi yiyebilirsiniz. Ünlü Fransız yazar Guy de Maupassant’a öğle yemeklerini niçin sevmediği kulenin içindeki restoranda yediğini sorduklarında "çünkü burası Paris'te kulenin görünmediği tek yer" cevabını verdiğini de unutma.

Notre Dame Katedrali

     Notre Dame Katedrali, Gotik mimarisinin en güzel örneklerinden biri ve aynı zamanda Paris’te gezilecek yerlerin başında gelen önemli tarihi bir mekan. İnsanın görüp de etkilenmemesi imkansız bir şaheser. 1345 yılında, Seine Nehri üzerinde bir ada olan Ile de la Cité üzerinde inşaa edilmiş. Bu ada aynı zamanda Paris’in coğrafi ve tarihi merkezi. Katedral, tarih boyunca onca saldırılara, kuşatmalara ve devrimlere göğüs gererek bu günlere gelmiş. Seine Nehri manzarası ve konumu itibarıyla bana göre Paris’in en güzel yapısı. İçine girdiğiniz anda hoş bir tütsü kokusu sarhoş eder insanı. Katedral, birbirinden ayrı üç parçadan oluşmuş. Yapıda ilk göze çarpan, ana giriş kapısında bulunan ve yaklaşık 10 metreyi bulan hem ağır hemde ince ustalık işi işlemelerin bulunduğu bol detaylı kapıları. Toplamda 3 kapısı bulunan yapının sağ kapısında Azize Anne hikayeleri, orta kapıda kıyamet günü ve sol kapıda ise Kutsal Bakire anlamları ve tasvirleri var. Katedralde en çok ilgi çeken obje Meryem Ana heykeli ile gül pencereleri. Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu isimli romanını okuyanların mutlak görmeleri gereken bir yapı. Katedrali gezerken gözleriniz çingene kızı esmer güzeli Esmeralda ile Kilisenin zangocu kambur Quasimodo’yu arıyor ister istemez. Bulamayınca da hediyelik eşya bölümünden minik bibloları alınıyor şüphesiz. Notre Dame’ın karşısında bulunan ve mutlaka görmeniz gereken dükkan ise Shakespeare and Co kitapevi. Bu dükkana girdiğine asla pişman olmuyor insan.

Foucault Sarkacı

     Quartier Latin, Paris’e gelenlerin mutlak görmeleri gereken bir bölgesi. Bölge, mütevazı ve modern yaşam tarzı çevrelerine hitap etse de aslında semt gösterişli Notre Dame'ın çok yakınında. Üniversitelerle çevrili ve akademik geçmişiyle tanınan bölge genellikle öğrencilerle dolu. Avrupa'da ilk kurulan üniversitelerden biri olan La Sorbonne ev sahipliği yapıyor. Paris'te öğrencilerin, artistlerin ve yazarların yaşadığı Seine Nehri'nin sol yanında yer alan bölge, Bohem geçmişi ve hareketli gece hayatıyla ünlü bir semt. Aynı zamanda yeşil alanları bol olan bölge tam bir yaya dostu. Cour du Commerce-Saint-André ise Quartier Latin'in, sevimli ve en güzel sokağı. The Abbey Kitapçısı, Strada Café ve Place de la Contrescape bölgede görmeniz gereken mekanların başında gelir. Roma’nın Panthéon’u olursa Paris’in Panthéon’u olmaz mı? Tabi ki olur ve o da bu bölgede. Bu Roma’daki gibi 2.000 yıllık bir yapı değil. Henüz 200 yaşında olan ve diğerine hiç benzemeyen bir yapı. Ama Panthéon'u dışarıdan seyretmek ayrı bir güzellik, içini gezip görkemi yaşamak çok ayrı. Panthéon'da görülecek en güzel şey, hiç kuşkusuz Foucault Sarkacı. Dünyanın kendi ekseni çevresinde dönmesinin kanıtladığı yer ise işte tam burası. Panthéon'u ziyaret ederken, Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı isimli, entrika ile gerçeğin iç içe geçtiği romanı ister istemez anımsamak zorunda kalıyor insan.

     Avrupa şehirlerinde Pazar günleri genellikle sokaklar boş, dükkanlar kapalıdır. Şehirler ölü şehri andırır. Paris’in de bu kentlerden farkı yoktur aslında. Rue Montorgueil ise çok farklıdır bu konuda. İlk gördüğünüzde tüm Parislilerin bu sokakta toplandığını sanırsınız. Gelişen rekabetçi piyasa ve kapitalizmin doymak bilmez kâr etme hırsı hayatın akışını değiştirmeye başlamış. Siz siz olun Paris’in bütün güzelliklerini bir arada yaşamak için yemekli veya yemeksiz mutlaka bir gemi turu yapın. Hele bu turu bir de gece yaptığınızda, Paris bir başka güzel görünecek size inanın bana. Paris hakkında anlatmadıklarım inanın anlattıklarımdan kat be kat daha fazladır. Sarayları, sokakları, pazarları, parkları ve mezarlıkları görülmelidir. Sanat galerileri, tiyatroları, müzeleri, operaları ziyaret edilmelidir. Ortaçağ Paris'inin merkezi olan adaları, yerel pazarları, görkemli köprüleri ve anıtları, vitrayları ile ünlü şapelleri ihmal edilmemelidir. Hele çocuklu aileler için Disneyland Paris turuna mutlaka iştirak edilmelidir. Paris’te gezip görülecek yerler anlatmakla bitmez ama daha uzun süreli gezilere de gezginlerin parası yetmez. Bu kez de yazımızı burada noktalayalım ve gelecek geziler için sizlere yeni rotalar ayarlayalım.

bottom of page