top of page

     KİTAPLAR  ARASINDA

     Çeşitli kitaplar vardır. Bunları detaylı tasnife tabi tutmak zordur. Bunların arasında öyle kitaplar vardır ki bu kitaplar okurun üzerinde derin iz bırakır. Kişisel tarihimizin doğru bir anına rast geldikleri için mi? Yoksa zaten iyi kitaplar olduklarından mı? bunu ayırt etmek gerçekten zordur. Sizlere üç değişik tür kitabın tanıtımını yapmak istiyorum. Bu kitapların her birinin değişik özellikleri bulunmaktadır. Kitapları okuduktan sonra bu üç kitabı da beğeneceğinizi umut ediyorum. Bazısını az bazısını çok seveceksiniz ama inanın ki üçünden de ayrı tatlar duyumsayacaksınız. Belki bazısını birkaç kez okuyacaksınız bazısını ise bir kez okuduğunuzda onu asla unutamayacaksınız. Bu kitapların üçü de birbirinden ayrı yaradılışta ve farklı karakterlere sahiptir. Bildiğim bir şey varsa bu kitapları okuduğunuza asla pişman olmayacaksınız.

Görünmez  Kentler

     Bazı kentler vardır hiç gitmemiş olsak da bizi büyüler.  Bu şehirleri tanımlamak pek kolay olmasa gerek. Sadece güzellikleri, tarihi özellikleri ya da mutfakları değildir onları çekici kılan, kendilerine has enerjileri vardır bu müstesna kentlerin. Italo Calvino, Görünmez Kentler isimli kitabında bu tür kentleri değil kendi usunda yarattığı kentleri anlatmıştır. Görünmez Kentler, Calvino’nun en önemli eseridir. Yazar kitap hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle ifade etmiştir. “İçinde en çok şeyi söylemiş olduğuma inandığım kitabım Görünmez Kentlerdir; çünkü Görünmez Kentlerde bütün düşüncelerimi, deneyimlerimi ve varsayımlarımı bir tek simge üzerinde yoğunlaştırabildim.” Görünmez Kentler, fiilen mevcut olan kentler değildir. Bu kentler yazar tarafından kurmaca yani hayal ürünü kentlerdir. Calvino, yaratmış olduğu bu kurmaca kentlerin her birine birer kadın ismi yakıştırmıştır. Aslında bu kentler bir iz sürmektedir. Marco Polo ve Kubilay Han’ın görüş ve düşüncelerini de bu yolla bizlere iletmek istemiştir. Kitap, Marco Polo ile Kubilay Han’ın diyalogları ve fikir alışverişi üzerine kurgulanmış olup Polo’nun Kubilay’a anlatıları ile zenginleştirilmiştir. Kitap dokuz ana başlık altında toplanan kısa bölümler halinde yazılmıştır. Bu bölümler her ne kadar birbirinden farklı olsa da genel anlamda kent kavramı için geçerli olan temel nitelikleri içerir. Aslında bu kitap sıra dışı bir kitaptır. Genelinde alışık olmadığımız bir edebi kurgulama ile yazılmıştır. Bu da Calvino’nun kendine has üslubundan kaynaklanmaktadır. Giderek yaşanması zorlaşan kent hayatının yazara dayattığı bir hikâye olarak ta algılanabilir. Çağımızda teknolojik gelişmeler insan yaşamını her ne kadar kolaylaştırsa da doğal ortamın bozulmasını da o denli hızlandırdığı tartışılmaz bir realitedir. İçinde yaşadığımız kentler bizi etkilerken bizler de içinde yaşadığımız kentleri etkileriz. Bu çapraşık durum Calvino’ya kitabı için esin kaynağı olmuştur. O, doğru yolu bulmak için insanın önce kaybolması gerektiğine inanan bir yazardır. Bunun için de okurunu kendi çizdiği labirentlerin içine sokup kaybolmasını ister. Bu nedenle kolay okunan yazarlardan değildir. Kitabı okurken kaybolanların ancak bir kısmı çıkış yolunu bulabilir. Bunu başaran labirenti de yıkmış demektir. Calvino, Borges’in seçtiği yolda ilerlemektedir. O, tarih ve mekânın dışında bir edebiyat öngörerek bu konuda zincirleri kırmaktadır. Görünmez kentleri anlatan her bölümde yaşadığımız dünyanın bir simgesi ya da modeline rastlanır. Bunlar anı, arzu, gösterge, göz, isim veya yaşamı yitirerek birbirleriyle ilişki kurarak çoğalırlar. Edebiyat ile felsefe arasında kendine öz bir sarmal yaratarak çıkar okurun karşısına. O, yaşadığımız dünyaya biçimini verenin arzular olduğunun bilincine ermiştir. Bu nedenle yazdıklarında neden-sonuç ilişkisi aranmasını istemez. Çünkü bu tür bir ilişki, onun özgürlüğünü kısıtlamakta ve her istediğini yazmasını engellemektedir. Yazdığı her bir kentte derin anlamlar gizlemiştir kendince. Calvino, okurun kendine göre bir anlam çıkarmasını ister yazılan kelimeler arasında.

    Calvino, bu eserinde metafora büyük önem vermiştir. Görünmez Kentler kitabındaki kelimeleri ve sözcükleri büyük bir dikkatle seçmiştir. Kitabın yapısı gereği olay zamanlarının çok sık değişimi olmaktadır. Ayrıca insan ile nesne arasında da sürekli mücadeleyi kaotik bir üslup kullanarak anlatmıştır. Yazarın ifadelerini tam algılayabilmek için kitabın tercümesinde de aynı özenin ve titizliğin gösterilmesi gerekmektedir. Işıl Saatçıoğlu, çeviri sırasında bu nüanslara gereken önemi göstererek dört dörtlük bir çeviri yapmış ve kitabın hakkını vermiştir.  Bu kitap, elinize alıp birkaç saat içinde tüketeceğiniz nitelikte bir kitap değildir. Bu nedenle başucunuzda bulunmalı, sakin ve huzurlu bir ortamda bir bölümünü okuduktan sonra okuduklarınızı düşünerek kitabın keyfini çıkarmalısınız. O, bir şişe bira gibi kısa sürede tüketilecek bir nesne değildir. O, bir kadeh konyak gibi koklayarak ve damağınızda lezzetini hissederek uzun bir sürede keyfini çıkararak okuyacağınız bir kitaptır.

Denemeler

     Montaigne, 16. Yüzyılda yaşamış Fransız deneme yazarıdır. Deneme türünün yaratıcısı olarak kabul edilir. Biz de onu Denemeler isimli kitabı ile tanıdık. Denemeler kitabı ağırlıklı olarak eğitim ve felsefe konularını kaleme almış olsa da başta insan sevgisi olmak üzere iyimserlik, dayanışma, özgürlük, hastalık, hıyanet, tutku, okuma alışkanlığı, ölüm gibi her türlü konuyu içermektedir. Montaigne, hümanist kişiliği ile Sokrates'ten sonra insanlık üzerine düşüncelerini ve yazılarını paylaşmaktan zevk alan ve bu konuda haklı bir ün yapmış önemli bir isimdir. Kitabında herhangi bir konudaki görüşlerini kesin kurallara varmadan, kanıtlamaya kalkmadan, okuyucuyu inanmaya zorlamadan anlatmayı başarmıştır. İnsan bilincinin insanı ve doğayı serbestçe tanımak çabası onunla başladığı dahi söylenebilir. Özgürlük denildiğinde daha o devirde o kadar derine inmiştir ki vicdan özgürlüğünü dahi konu etmiştir. İyi niyetin dahi ölçüsüz kullanıldığında toplum için kötü sonuçlar verebileceğini örneklerle açıklamıştır. Üstün sayılan insanların yakından incelendiğinde herkesten çokta farklı olmadıklarını söyleyebilmiştir. Krallarla ilgili olarak “her şeyimizi emirlerine verelim ama düşüncemiz bize kalsın. Önlerinde bükülen, dizlerimiz olsun, aklımız değil” sözlerini 16.Yüzyılda kullanabilmiştir. Sadece bu sözleri için dahi yazarın bir değil birçok kez okunması gerektiğine inanırım. Hele günümüzün aydınlarını gördüğümde beş yüz yıllık zaman dilimi içinde ileriye gideceğimize ne kadar geriye gittiğimizi görüp daha da çok kahroluyorum. Devrim konusunu irdelerken düşüncelerini güzel ve bir o kadar da doğru sözlerle ifade etmiştir. “Bir tek parça bozulunca düzeltilebilir: Her şeyin özündeki bozulma ve çürüme eğiliminin bizi ilkelerimizden uzaklaştırmasına karşı koyabiliriz; ama koca toplumu yeniden kalıba dökmeye kalkmak, düzeltecek yerde silip süpürmek, ufak tefek kusurları toptan bir kargaşalıkla düzeltmek, hastalıkları ölümle iyi etmek, devlet değiştirmekten çok yıkmak isteyen kimselerin işidir.” Bu anlamlı sözleri bir kez okuyup geçerek anlayamayız. Sadece son cümle üzerine kim bilir kaç kitap yazılabilir. Ülkemiz insanları maalesef okuma özürlüdür. Günümüzde bu o kadar ileriye gitmiştir ki, Akademik unvan sahibi kişiler dahi okumayı azaltmak için pirim vermeye başlamışlardır. Yukarıdaki yazılanları içselleştirmiş bir kişi ülkeyi aspirinle tedavi eder gibi kısa sürede iyileşmeyeceğinin bilincine erişmiştir. Ülkemiz bu konuda çok dertlidir. 1960 yılından günümüze gelinceye kadar kaç kez askeri darbe, darbe girişimi, muhtıra, sivil darbe yaşamış olsa da maalesef yaşananlardan ders almamıştır. Toplumsal olaylarda sabırsız davranmak çözüm değil çözümsüzlük getirmektedir. Hiç olmazsa bundan sonrası için yaşananlardan ders alınması gerekir. Bunun içinde en iyi yol, kendi toplumumuza okuma alışkanlığı kazandırmalıyız. Yazarımızın gözlem altına aldığı bir diğer konu insan ve akıl üzerinde olmuştur. Sizlerin de kolaylıkla bileceğiniz gibi, hiç kimse aklının azlığından şikayetçi değildir. Toplum olarak akıl üstünlüğünü kimseye bırakmayız. Bu nedenle sık sık şansızlığımızı, kısmetsizliğimizi, kaderimizin kötülüğünü şikâyet eder dururuz. Buna karşılık aklından şikâyet edene rastlamayız. En zavallı insanımızın dahi aklından şikâyeti yoktur. Bunun üzerine bir de bilgisizlik eklendiğinde işte o zaman fecaat olur. Bizim toplumumuzun en önemli karakteristiği bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmasıdır. Bilgi sahibi olmayan ve IQ’su da yetersiz olan bir kimsenin bir konuda fikir sahibi olmasından daha korkuncu yoktur. Ve de kitaplar. Montaigne, iki alışveriş, (dostluk ve aşk) rastlantılara ve başkalarına bağlı olduğunu söylüyor. Birinin aramakla bulunmayacağını diğerinin ise yaşlandıkça solacağını yazıyor. Hayatı doldurabilmek için kitaplara gereksinimiz olduğunu ifade ediyor. Bu ilişkinin sağlam ve kalıcı olduğunu da iddia ediyor. Bunun yanı sıra her an insanın elinin altında olması yani kolay ulaşılması da cabası. Bu ve benzeri konularda öyle yalın ve duru bir ifade ile yazıyor ki yazılarını, insanı ne yoruyor ne de sıkıyor. Buna karşılık bol bol düşündürüyor. Beş yüz yıl önceki şartlar içinde yazılanları okuduğumuzda günümüzde aktüalitesini yitirmediğini görüp onun büyüklüğünü anlıyabiliyoruz.

     Montaigne, söz sanatı konusundaki görüşlerini Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun fikirlerine dayanarak açıklamıştır. Açıklamalarının büyük bir kısmının da gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz. Bu ünlü yazarımızın kitabını Sabahattin Eyuboğlu’nun Türkçesinden okuduğunuzda daha da çok beğeneceksiniz. Zaman içinde döne döne bu kitabı okumayı sürdüreceksiniz. Günümüzde referans kabul edilen çevirilere imza atan Eyuboğlu, kitabın ilk basımının önsözüne yazmış olduğu, “Montaigne’in bahçesinden her geçişte insan çok değişik demetler yapabilir” sözleri dahi kitabın ne kadar sağlam düşünceler üzerine inşa edildiğinin bir kanıtı sayılmalıdır. Kitabın vermek istediği temel mesaj, doğanın istediği gibi düşünülmesi, yaşanması ve hiçbir şeye köle olunmaması gerçeğidir. Kitabı okurken düşünmeyi de ihmal etmeyecek ve bu nedenle kitabın bir an önce bitmesini değil bitmemesini isteyeceksiniz. Sözün kısası, kitabı okuduğunuzda inanın ki pişman olmayacaksınız.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları

     Dünyanın en iyi kitaplarının hangileri olduğu tartışılmaya açık bir konudur. Lakin Latin Amerika'yı en iyi anlatan kitap hangisidir dediğimizde muhtemelen görüşler ortak olur ve işte bu kitabı gösterir. Eduardo Galeano’nun yazmış olduğu Latin Amerika'nın Kesik Damarları isimli kitap bu açıdan çok iddialıdır. Bu kitabı okurken kendinizi kitap ile birlikte uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkmış gibi hissedeceksiniz.

     Venezüella Devlet Bakanı Chavez, Trinidad'da yapılan bir zirve sırasında sandalyesinden kalkıp Obama'nın yanına giderek ona bir kitap hediye etmiştir. Obama kendisine verilen kitabı alır ve iki lider el sıkışır. İspanyolca yazılı kitabın içinde, “Chavez'den Obama'ya sevgilerle" mesajı yazılıdır. Obama, Chavez'in hediyesine "Bana bir kitap vermek hoş bir jest diye düşünüyorum. İyi bir okurum." sözleriyle teşekkür eder. Latin Amerika’nın Kesik Damarları isimli kitap, Latin Amerika tarihini en iyi anlatan kitap olarak kabul edilir. Kitap, beş yüz yıldır topraklarındaki zenginlikler nedeniyle yağma ve saldırıya maruz kalan Latin Amerika halkının hikâyesidir. Emperyalist güçlerin, insanların yaşamlarını hiçe sayarak onların topraklarını talan etmesini anlatır. Altın, inci, kalay, gümüş gibi madenlerin; kakao, pamuk, şeker kamışı, muz gibi tarım ürünlerinin yetiştirildiği bereketli topraklar, başka kıtaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kimi zaman işgal, çoğu zaman da kukla yönetimler aracılığıyla sömürülmüştür. Bu sömürü sırasında milyonlarca insan hayatını yitirmiştir. Latin Amerika yerlileri ve Afrika’dan getirilen işçiler, Avrupalı tüketicilere ucuz hammadde temin edebilmek için hayatlarını tükettiler. Bu gerçeği unutmamak gerekir. Bunu yapanlar çoğu zaman niyetlerini gizlemeye bile gerek görmediler. Gözlerini para hırsı bürümüştü. Avrupa ülkeleri kalkınmalarını bu ucuz hammadde ve karın tokluğuna çalışan işgücüne borçlu olduğunu unutmamalıdır. Bu kitap, Eduardo Galeano’nun kesinlikle en iyi yazdığı kitap değildir. Bu kitap, bize bilmediğimiz hiçbir şeyi anlatmamıştır. O sadece bilip de yüzleşmekten korkulan şeylerin reddedilemeyeceğini, görmezden gelinemeyeceğini bir kıtanın önüne koymuştur. Gazetecilikten gelen kısa cümleleri ve akıcı üslubu ile bölgenin siyasi ve sosyo-ekonomik tarihini anlatmıştır. Kıtanın keşfedilişi ve istilasından başlayarak yüzyıllar boyunca devam eden sahte “demokratikleştirme” ve “kalkındırma” girişimlerinin altında yatan art niyeti su yüzüne çıkarmıştır. Olgunluk döneminde kendisi de yazdığı kitabı, yavanlığı ve üslubu nedeniyle eleştirmiştir. Galeano, "Gerçeğin ne olduğuna bakmadan onu değiştirmenin sihirli bir yolu yok. Bir şeyi değiştirmek içinse önce ne olduğuna bakmak gerekiyor. Latin Amerika'daki sorun bu. Onu göremiyoruz, kendimize körüz, çünkü kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırılmışız" sözleri ile bir kıtanın düşünce yapısını değiştirmiştir. Kitap okura kronolojik bir tarih sunmuyor. Galeano kullandığı edebi dille, araya kendi kişisel gözlemlerini de katarak bazen halk türkülerinden bazen de anı kitaplarından yararlanarak okura değişik bir tatla Latin Amerika'nın ezilmişliğini anlatıyor. Maximiliano Hernandaz Martinez, Porfirio Diaz, Tiburcio Carias, Anastasio Somoza, Augusto Pinochet gibi eli kanlı diktatörleri anlattığı gibi son İnka hükümdarı Tupac Amaru ile Emiliano Zapata, Fidel Castro, Augusto Cesar Sandino gibi devrimci liderleri de konuk etmiş sayfalarına. Kısaca Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabı emperyalistlerin yerine göre şiddet, sömürü ve vahşete başvurarak Latin Amerika’yı sömürmelerini anlatıyor.

    Olay bu kadar basit mi? 1650’li yılların Potosi kenti, o günlerin en zengin ve şaşalı şehirlerinden biri iken bugün dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Bolivya'nın da en yoksul kentlerinden birisi durumuna gelmiştir. Çünkü sömürüle sömürüle geriye hiçbir şey bırakılmamıştır bir zamanların ünlü kentinden. Emperyalizm denen olgu kısaca üretim ve tüketim demektir. Üretim imkanı tükendiğinde geldiği yerden çekip gitmektedir. Geride kalan tüketilmişlerin ise gidecekleri başka bir yeri yoktur. Kedini tüketen bir ülke de olabilir, bir şehir de, belki de bir insan veya toplum da olabilir. Bu sömürünün önüne geçmenin tek bir yolu vardır o da öğrenmektir. İnsanlar öğrenmek için okuyup bilgi edinmek zorundadır. O gün Latin Amerika kentlerinde yaşananlardan gerekli ders alınmazsa bugün Kaz Dağlarında, Bergama’da, Cerattepe’de ve daha başka birçok yerde aynı sorunla karşılaşması kaçınılmazdır. Emperyalist haramiler başta altın olmak üzere değerli birçok maden için bugün gözlerini Anadolu topraklarına dikmiştir. Bu talana hazırlıklı olmamız gerekir. Bunun için konu hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Sivil Toplum Kuruluşlarının halkı bilinçlendirmesi ve geçmişte yaşananlardan ders çıkarılması gerekir. Toplum olarak bilinçlenmemiz şarttır. Hiç olmazsa bu kitabı okuyarak geçmişte başka ülkelerde yapılan hataları öğrenip fikir sahibi olmalıyız. Kitabın sayfalarını okudukça sömürgeciliğin ne kadar korkunç bir şey olduğu gerçeği ile sarsılacaksınız. Sizlere bu kitabı okumanızı önerirken Galeano’nun dünyanın en büyük yazarı olduğunu iddia etmiyorum. Ama Latin Amerika'nın acı kaderini ondan daha iyi anlayan ve anlatan başka yazar olduğunu da sanmıyorum. Yalnızca o kıtanın dinamiklerini değil, emperyalizmin işleyişini ve neden olduğu felaketleri bizlere bu kadar açık ve net bir şekilde gösterdiği için insanlığın ona teşekkür borçlu olduğunu düşünüyorum.

bottom of page