top of page

Latin Edebiyatı Üzerine Okuma Önerileri:

     Yaşadığımız dünyada tek, sınırlı ve genellikle monoton olan bir yaşantımız vardır. Ev ve iş hayatı kendimize ayırdığımız zaman dilimini kısıtlar. Günlük rutinin dışına tehlikesizce çıkıp hayatımızı renklendirebilmek için bazı seçenekler bulunur. Seçeneklerin arasında bana göre en uygunu edebiyat ormanına dalmaktır. Edebiyat, sonsuz bir ormana benzer, yolunu bilen istediği zaman dışına çıkabilir, bulamayan ise içinde kaybolur gider. İster roman ister hikâye isterse şiir olsun, her biri insanı bilinmeyen bir yolculuğa çıkarır. İnsanlar hayatın içinde arayış içindedir. Bu çocukluğu da olabilir sevdiği bir kadın da. Bazıları macera düşkünüdür bazıları ise yeni yerler keşfetmekten hoşlanır. Önemli olan ne aradığını bilmektir. Sizin için sıkıcı, anlamsız ve hatta yetersiz gibi görünen bir romanın veya şiirin de bir tutkunu çıkacaktır mutlaka. Dünya, her bireyin kendi düşleminden oluşur. Her insanın gerçeği veya hakikati diğerinden farklıdır çoğunlukla. Bu nedenle hayal gücü ormanına girmek isteyenler kitap isminden çok yazarın ismi ile ilgilenmeli. Hangi yazarın onun isteklerine cevap verdiğini öğrenmeli. Konuya daha geniş bir perspektiften bakmak için edebiyat türlerini incelemeli. Bu yazımda sizlere Latin Amerika Edebiyatından söz etmek istiyorum. Latin Amerika Edebiyatı, bir başkaldırıdır aslında. Ezilmiş halkların emperyalist ülkelere kalemlerle açtıkları bir savaştır da denebilir. Bu coğrafyanın yazarları kendi topraklarından beslenmiştir. Dünya edebiyatı içinde kendine has düşünce ve duyguları en iyi betimleyen edebiyat olduğu da söylenebilir. Bu o kadar alenidir ki ölüm şekli dahi bunun içindedir. Anlatılmak istenilen olay, kullanılan dil üzerinden yaratılır. Latin Amerika Edebiyatında ise dil, yaratan bir unsur haline dönüşmüştür. Simgeler, imgeler ve efsaneler bu edebiyatın başköşesinde yer alır.

     Ülkemizde Gabriel García Márquez ile tanınan “Büyülü Gerçekçilik,” sadece sözün dile getirdiğini değil, alıştığımız mantık duvarlarını da aşan anlamları da barındırır. Tanışmayanlar için okunması da zordur aslında. Ama bir kez tadını aldıktan sonra bu edebiyat türünün müptelası olup çıkarsınız.  Latin Edebiyatı ile tanışmam bu şekilde olmadı. İlk kez tanışmam, Vasconcelos’un “Şeker Portakalı” isimli kitabı ile başladı. Ailesi tarafından sevilmeyen küçük bir çocuk olan Zeze’nin hüzünlü hikâyesiydi. Daha sonrada Paulo Chello’nun “Simyacı” isimli romanını okudum. Mevlâna'nın ünlü Mesnevi’sinde ki bir öyküden esinlenerek yazılan bu roman, Endülüslü çoban Santiago’nun hikâyesini anlatıyordu. Bu roman, mutluluğun uzak gibi görünse de aslında çok yakınımızda da olabileceğini öğretiyordu okura. Ardından bu yazarların daha birçok kitaplarını büyük beğeni ile okudum. Marquez, üzerimde gerçekten büyük ve kalıcı izler bıraktı. “Yüzyıllık Yalnızlık” onun başyapıtıydı. "Yaprak Fırtınası, Albaya Mektup Yazan Kimse Yok , Hanım Ana'nın Cenaze Töreni, Şer Saati, Mavi Köpeğin Gözleri, Başkan Babamızın Sonbaharı, İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Labirentindeki General, Aşk ve Öbür CinlerBenim Hüzünlü Orospularım" isimli romanları ise bir solukta okunacak nitelikte. Yazarın sadece romanları değil çok özel sözleri de vardı. “Tüm düşündüklerimi söylemezdim ama tüm söylediklerimi mutlaka düşünürdüm.” Bu kadar doğru ifade edilmiş sözü bulmak gerçekten zordu. Ne yazık ki ülkemiz insanı düşünmeyi önemsemiyordu. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın kesik damarları” isimli kitabını belki biraz geç okudum ama ardından tüm kitaplarını okudum. Tüm Güney Amerika ülkelerinin maden ve hammaddelerinin yüzyıllar boyunca emperyalist ülkeler tarafından sömürüldüğünü bu kitap sayesinde öğrendim.  Diktatörleri merak ederken bu konuda bir başyapıt sayılan “Teke Şenliği” ile buluştum ve bu sayede Mario Vargas Llosa ile tanıştım. Ardından "Mayta'nın Öyküsü, Masalcı, Kent ve Köpekler, And Dağlarında Terör, Ketum Kahraman" isimli kitaplarını okumaktan büyük keyif aldım. Diktatörlük dediğimizde Miguel Angel Asturias gelmeli aklımıza. Onun kült eseri olan “Sayın Başkan” isimli kitabı, diktatörlük üzerine yazılmış en iyi kitaplar arasında. "Yeşil Papa ve Kasırga" ise diğer okunacak kitaplar arasında. “Patagonya Ekspresi” isimli kitap vasıtasıyla Şilili yazar Luis Sepulveda ile tanıştım. Dünyanın bir ucunda yer alan Ateş ülkesinin ıssız topraklarında fantastik bir yolculuğa çıkıp bu toprakları gezip görmüş kadar oldum. Şili’ye kadar gelip Isabel Allende ile tanışmamak utanç verici olurdu. “Ruhlar Evi” isimli ilk kitabında bir ailenin üç kuşaklık dramatik yaşam öyküsünü anlatıyordu. “Yüreğimdeki Ülkem” kitabında da sürgün yaşamında hiçbir yere ait olamamanın dramını.  "Kış Ortasında" isimli romanında dokunaklı bir aşkı işlerken, "Sonsuz Düzen" isimli eserinde aşk, ihanet ve bozgun konusunu işlemişti. "Afrodit" isimli kitabında ise okurla arasında gizli bir bağ oluşturmuştu. "Eva Luna" ise belki de kendi yaşam öyküsü olabilirdi.  Şili’ye kadar gidip Arjantin’e uğramadan geçilmezdi. Bu ülkenin en meşhur yazarının Julio Cortazar olduğunu ise bilmeyen yoktu. Okuduğum ilk kitabı “Mırıldandığım Öyküler” oldu. “Seksek” yazarın başyapıtıydı. Ünlü şair Pablo Neruda, “Cortazar'ın hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömür boyu şeftali yememiş olmak gibi bir şeydir” sözleri ile tanıtmıştı dünyaya. Büyülü gerçekçiliğin bir diğer temsilcisi ve Brezilya’nın en iyi kırsal kesim yazarlarından olan Jorge Amado’yu ekledim kitaplığıma. Tarçın kokulu yazarla, geç te olsa sıkı bir dostluk kurdum. “Gecenin Çobanları” isimli romanında Bahaî sokaklarının aylaklarını, hırsızlarını ve fahişelerini tanıdım. Onların dünyasında masalımsı yolculuklara çıktım. Yazarın her kitabı farklıydı. “Ölü Deniz” de o farklı romanlardan biriydi. Yazar bu yapıtında aşka özel bir yer ayırmıştı. Kitabında aşkın yanı sıra cinselliğin başrolde bulunmasına rağmen asla açık saçık bir roman değildi. Cinselliği sevecenlikle işlemeyi bilmişti. Meksika’yı da unutmamak gerekirdi. Bu büyük ülkenin usta romancısı Carlos Fuentes ile de tanıştım. “Koca Gringo” adlı kısa romanında, Amerikalı bir gazetecinin Pancho Villa’lı devrim yıllarında geçen olayları okudum. Yazarın başyapıtı sayılan “Laura Diaz’lı Yıllar” isimli romanında ise Meksika yakın tarihini, amber ve zencefil karışımı baharat kokan bir kadının gözlerinden anlatışına tanık oldum. Juan Rulfo ise çok farklı bir yazardı. Öykülerini çok kısa ve öz yazıyordu. “Ova Alev Alev”,“Kızgın Ova” ve de “Pedro Paramo” onun ünlü kitaplarıydı. Meksika'dan ABD’ye göç eden insanların oluşturduğu bir toplum olan Chicanolara da uğramak gerekirdi. Bu insanlar gittikleri ülkeye kendi örf ve adetlerini, kendi inançlarını da taşıyarak, kendilerine özgü sanat yapıtlarını ortaya koymuşlardı. Hispanik toplumunun en çok okunan yazarı ise Rudolfo Anaya idi. “Alburquerque-Yılanın Dansı” isimli kitabı ile onu tanıdım. Genç bir adamın kimlik bulma öyküsünü anlatırken masalları, efsaneleri ve gelenekleri ile hiç tanımadığım Chicano dünyasının kapılarını da aralamıştım. Yazarın başyapıtı sayılan “Kutsa beni Ultima” da ise Pagan kültürünü Hıristiyanlığın karşısına koyup çarpıştırmış, bunu yaparken de olayları küçük bir çocuğun gözünden okuyucuya anlatmıştı.

     Sadece bu kadarla kalsa yine de iyi. Juan Carlos Onetti, Camio Jose Cela, Alberto Manguel, Julia Alvarez, Guillermo Cabrera İnfande, Antonio Skarmeta, Ariel Dorfman, Roberto Bolano, Mario Delgado Aparain, Lasura Esquivet ve daha niceleri. Unutmayın, tüm bu Latin Amerikalı yazarlar tarafınızdan okunmayı bekliyor.

bottom of page