top of page

NOSTALJİ

Nostalji.jpg
istanbul-1968-ara.jpg

     Eski yaşadıklarımıza ve o günleri yaşadığımız mekânlara duyduğumuz sevgi ile özleme nostalji diyoruz. Bu kelime çeşitli bağlamlarda tartışılabilir. Bu nedenle öncelikle nostalji adını verdiğimiz duyguyu sorgulamalıyız. Belki de geçmişi aramak yerine gelecek sorgulanıyor olabilir. Eskiye dönüş merakının bir başka bağlam ise tüketicinin farklı olma, günümüzdeki standart kalıpların dışına çıkma isteği olarak ta algılanabilir. Zorunlu göç veya bir sürgün olayı yaşanmadığı müddetçe geçmişe özlemin samimiyeti bence tartışılır. Bir konuşma sırasında ah o eski İstanbul diyerek iç geçirdiğimizde, ister istemez sohbet ettiğimiz diğer insanları da içinde bulunduğumuz ruh durumuna çekiveririz.  Bunu yaparken de ayrımcılık yaptığımız aklımızın ucundan dahi geçmez. İçinde bulunduğumuz günleri algılamadan geçmişi yaşamaya kalktığımızda, İstanbullu olarak eskiye özlem duyanlara karşın kentteki değişime neden olan insanların tümünü ötekileştirdiğimizi düşünmeyiz. Günümüzde birleşmeye o kadar ihtiyaç duyulurken bu tür bir ayrımcılığa kalkmak ne kadar doğru bilemem. Bu nedenle ben nostaljiyi bir sığınma alanı olarak niteliyorum. Bir türlü İstanbullulaşamayıp hemşeri dayanışması içine girenlere karşı nostalji de buluşanlar cephesi gibi. Bu ise sonuç olarak yeni bir ayrımcılık. Bence bu konuda önemli olan geçmişin güzellikleri ile manevi değerlerini gelecek dönemlere taşıyabilmek. Bunu başarmanın en kolay yolu ise müzelere gereken önemi vermek. Bir Rusya seyahatine çıksak, Kızıl Meydan ve Kremlin Moskova’da, Hermitage Müzesi ise St. Petersburg’da mutlaka ziyaret edilir. Paris’e gidenlerimiz ise Eyfel Kulesi ile Louvre Müzesini görmeden dönmez ülkesine. Oysaki aynı insanlar Aya İrini’nin, St Antuan kilisesinin veya Galata Mevlevihane’sinin önünden onlarca defa geçmelerine rağmen ziyaret etmeyi maalesef aklına bile getirmez.

    

     İstanbul’un fabrika ile dolmasıyla birlikte kırsaldan kente göç hız kazandı. Plansız göç ise gecekondulaşmayı, işportacılığı ve minibüs sayısını arttırdı. Bir sonraki aşamada ise Gökdelen, AVM ve TV savaşları başladı. Tüm bu oluşum bin yıllık kent kültürünün şark kültürü ile yozlaşmasına yol açtı. E ne de olsa İstanbul bu kolay mı? İçinden deniz geçen dünyadaki tek metropol sonunda. Bu yüzden bu tür kentleri tanıyabilmek için sokaklarında kaybolmak gerek. İşte o zaman daha iyi anlarız yaşadığımız kentin bugünkü hüzünlü halini. İlk yaz geldiğinde Boğaziçi’nde erguvanları ve mor salkımları seyretmeden, martılara simit ikram ederek adalara yolculuk edip şehrin stresli ortamından uzaklaşarak o doğal güzellikleri yaşayıp hissetmeden, Fener’in, Balat’ın Arnavut kaldırımlı o daracık sokaklarında gezip dolaşmadan nasıl tanıyabilirsiniz ki İstanbul’u. Geçmişi bir daha yaşama olanağı yoktur. Filozof Herakleitos “ Aynı sularda/nehirde iki kez yıkanılmaz” sözleriyle bu konu hakkında konuşmaya noktayı koymuştur. İstanbul için gereksiz nostaljik travmalar yaşayacağımız yerde bu güzel kenti gerçekten tanıyor muyuz biz ona bakalım. Kendimizi şımartmak için Sarayburnu’ndan karşı kıyıları seyredelim, Kanlıca’ ya giderken martılarla arkadaş olalım, yılda bir kez olsun çiçek pasajına gidip papaz uçuralım, Kumkapı’da simit yiyelim, Vefa semtinde boza içelim. Yolda gördüğümüzde bir avuç kestane kebabı alıp atıştıralım. Hacıbekir’in ünlü demirhindi şerbetinin unuttuğumuz tadını hatırlayalım. Durun daha bitmedi yeni başladı bu güzel kentteki yolculuğumuz. Galata kulesi ve çevresini dolaşalım, Salacakta kahvemizi içerken tarihi yarımada üzerinde güneşi batırmanın keyfini çıkaralım. İstanbul o kadar büyüktür ki gezdikçe onu tanımadığımızı daha iyi anlıyoruz. İşte o zaman onun çirkinlikleri dahi gözümüze daha hoş gözükmeye başlıyor. Bilirsiniz insanlar sevdiklerinin kusur ve hatalarından çok ta fazla olumsuz etkilenmezler. Bu nedenle lütfen gözlüklerimizi değiştirmeye bakalım. Şimdiye kadar tarihi doku ile doğal güzellikler ile ilgili konuştuk. Hâlbuki kentler yaşayan nesneler. O zaman onu üzerinde yaşayan insanları ile tanıyıp sevmeyi öğrenelim. Bu kenti, İstanbullusuyla, göçmeniyle, doğulusu ile batılısı ile çingenesiyle hatta ve hatta Suriyelisiyle tanıyıp sevmemiz gerek. Nasıl ki ada da tur yapmak için atla çekilen faytonlara binip özlem giderirken, dışkı kokusunu sineye çekiyorsak, kentte yaşayan tüm insanlarla birlikte yaşamaya da lütfen alışalım. Avrupa kentlerinde görüp tanıştığımız kuzey Afrikalı göçmenlere alıştığımız gibi. Bilinen ve sevilen İstanbul’un yanı sıra her geçen gün büyüyüp irileşen ikinci İstanbul’a da alışmamız gerek. Bağdat Caddesi ile Nişantaşı’nı kabul edip Gültepe’yi veya Gazi Mahallesini dışlamak bir başka ayrımcılık. İstanbul konusunda nostalji yapanların büyük bir kısmı Küçük Ayasofya Camiinin, Kariye Kilisesinin, Ayın Biri Kilisesi olarak bilinen Meryem Ana Kilisesinin, Binbirdirek Sarnıcının, Orient Ekspres Lokantasının, Aydos Tepesi’nin, İnceğiz Köyü’nün, Çilingöz’ün, Azizpaşa Piknik alanının, Ayvat Deresi’nin, Yoros Kalesi’nin, Garipçe Köyü’nün ve daha nicelerinin yerlerini dahi bilmedikleri malumunuzdur. İstanbul, Roma kenti gibi yedi tepe üzerine kurulmuştur. Sorarım kaç kişi bilir bu tepelerin isimlerini. Çevrenizde kendini birey olarak nitelendirenlere bir sorun bakalım. Bazıları hiç düşünmeden Çamlıca Tepesi diyecek şüphesiz. Oysaki bu yedi tepenin tümü İstanbul’un Avrupa yakasında. İsterseniz bu tepeleri sizlere hatırlatalım. Sarayburnu, Nuruosmaniye, Beyazıt, Fatih, Sultan Selim, Edirnekapı ve Cerrahpaşa Tepeleri. Belki beni şimdi daha iyi anlamaya başladınız. İstanbul’u tanımak için sadece Topkapı Sarayını, Ayasofya’yı, Mısır ve Kapalıçarşı’ları ile bir iki ünlü camiyi gezip görmek yetmez aslında. Soğuk Çeşme Sokağından Yedikule’ye, Samatya’dan, Edirnekapı’ya, Piyer Loti’den Zeyrek’e, Galata’dan Tophaneye, boğazın iki yakasını, adaları, Bakırköy’ü, Florya’yı, Çekmeceyi, Silivri’yi, Çatalca’yı, Kilyos’u, Şile’yi, Ağva’yı, Moda’yı ve de körler ülkesi Kadıköy’ü gezip görmek gerek. Ancak o zaman İstanbul hakkında fikir sahibi olabiliriz. Eminönü’nden vapura binip kıyı kıyı boğazın iki yakasını dilenci vapuru ile gezmeyenlerin, yani o muhteşem yalıları ve tarihi hisarları, adaları, Çamlıca’yı, Moda’yı, Zeyrek’i, Tekfur Sarayını, kasırları, simgeleriyle bütünleşen çeşmeleri (Ayrılık Çeşmesi, Selamiçeşme, Çukur Çeşme, Kazlı Çeşme  gibi) ve birbirinden güzel hamamlarını (Gedikpaşa, Cağaloğlu, Galatasaray, Çemberlitaş gibi) görmeden, İstanbul’un seslerini dinlemeden ben İstanbul’u gördüm tanıdım dememeli.

     Bu sadece İstanbul için de değil, genel olarak bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak isteyen bir toplumuz. Birey olmayı başaranların bile büyük bir kısmı Kapadokya’daki peri bacalarını bilir ama çoğu Kula ilçemizde de peri bacaları olduğunu bilmez.  Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki ünlü Malabadi Köprüsü tanınır ve bilinir belki ama Uşak'ın Karahallı ilçe sınırları içerisinde yer alan Frigyalılar döneminden kalma tarihi Clandıras Köprüsü veya Floransa’nın Ponte Vecchio ile Venedik’in Ponte Rialto köprüsünün bir benzeri olan Bursa ilimizdeki Irgandi Köprüsü insanlarımız tarafından pek tanınmaz. Efes Antik kenti herkes tarafından bilinse de Mersin’in Korykos Antik Kenti’ni veya Burdur’un Ağlasun ilçesindeki Sagalassos Antik Kentini bilenler bir elin parmak sayısını geçmez. Bunların yanı sıra buzul çağından kalma dört bin hektarlık Karapınar kumullarını veya Karaman’ın Taşkale kasabasındaki Manazan mağara evlerini yöre halkı dışında hemen hemen bilen yok gibidir. Bu yüzden nostalji kelimesi dile getirildiğinde, şirin ve tatlı anılar yumağı gibi hissedilse de uzun vadede insanları bağımlılığa ve yanlış yola götürür. Bu tür nostalji insana zamanla acı verir,  onu yalnızlığa ve kaygıya götürür. Keder ve mutluluk gibi, nostalji de evrensel bir duygudur. Bu hissi tüm ırklardan, tüm kültürlerden ve tüm yaştan her türlü insan bir şekilde paylaşır. Önemli olan bilerek ve daha güzeli ümit ederek yaşayabilmekti. Lütfen bunun için çalışalım.

bottom of page