top of page

Kadın Yazarlar
ve Romanları

     Her ne kadar eşitlikten söz edilse de kadın olmak sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada zor bir olgu. Tarih süreci içinde kadınlar, tüm dünyada ekonomik, cinsel sömürünün ve şiddetin mağduru olmuşlardır. Çıkarılan onca kanun ve mevzuata rağmen de bu olgu devam etmektedir. Oysa her erkeğin bir annesi vardır. İşin aslı kadınların eğitim eksikliğidir. Eğitimin sadece okuldan alındığını sanmak ta bir aymazlıktır. Aile ve toplum, en az eğitim kadar önemlidir. Aslında eğitimin en önemli yardımcısı, günümüzde TV, telefon ve de kitaptır. Eğitim için de şüphesiz okumak gerekir. Özellikle TV ve akıllı cep telefonları sonrası okumak daha da zorlaşmıştır. 

    

    Benim bu günkü konum sadece kadın yazarlar olacak. Kanaatime göre kadın yazarlar, eserlerinde kurguladıkları konularla ve yarattıkları roman kahramanlarının karakterleri ile kadın sorunlarını daha gerçekçi gündeme taşıma olanağına sahipler. Bu düşünce ile yola çıkıp yabancı kitaplarda ve bizim edebiyatımızdan okuduğum kadın romancıları irdelemeye çalıştım. Çocukluğum ve ilk gençliğimde kalabalık bir aile ortamı içinde büyüdüm. Çekirdek ailemiz anne, baba ve iki ablam olsa da sık görüştüğümüz teyzeler, dayılar ve amcalar ile kalabalıklaşırdık her fırsatta. Anneanne ve babaannenin yanı sıra cicianneler dahi vardı yakınlarımızda. Büyük ablam evlendiğinde bir süre birlikte oturduk ve küçük ailemiz daha da genişlemişti o günlerde. TV denilen garabet ülkemize henüz teşrif etmemişti. Akşamları radyo dinlerdik genellikle. Cumartesi geceleri sinemaya gidilmediyse mutlaka Orhan Boran’ın sunduğu, İpana 21 puan bilgi yarışması favorimiz olurdu. Nobelli yazarımız Orhan Pamuk'un babası Gündüz Bey de bu yarışmaya katılmış, 21 puanı tutturan ilk yarışmacı olma onurunu yaşamıştı. Bu yarışmalarda sorulan edebiyat ile ilgili sorular ilgimi çekerek beni kitap okumaya yöneltti. Ablamın küçük kitaplığında Rus Klasiklerinden  kitaplar vardı. Dolayısıyla bende önce o zor okunan kalın kitaplarla tanıştım. Rus edebiyatı, dev yazarlar yetiştirerek dünya kültürüne damgasını vurmuştu. Puşkin, Gogol, Turgenyev, Gorki, Tolstoy ve Dostoyevsi gibi birbirinden ünlü yazarlar çıkarmış, dünya edebiyatına çok sayıda unutulmaz eser kazandırmıştı. Evde bulunan bu yazarların kitaplarını okumakla başladım bu güzel serüvene. Yüzbaşının Kızı, Ana, Üç Kız Kardeş ve de Anna Karenina okuduğum ilk kitaplar arasında yer aldı. Kitapların yazarları erkekler olsa da roman kahramanları tesadüfen kadın olmuştu. O günlerde hiç fark etmemiştim onca erkek yazar arasında bir tek ünlü Rus kadın yazar bulunmamasına. Zamanı geldiğinde Latin Amerika edebiyatına yöneldiğimde orada da durumun pek de farklı olmadığını anladım. Kadın her zaman için toplumun bir parçasıydı ama ön plana çıkması sanki yasaklanmıştı. Bu düşünce beni bu yazıyı yazmaya mecbur etti.

    

     Okuduğum Rus yazarlardan sonra macera romanlarını okuma dönemim başladı. İşte o günlerde tanıştım İngiliz kadın yazar Agatha Christie ile tanıştım. Uzun bir süre onu hayalimde erkek bir yazar olarak tahayyül ettim. Kitaplarında yarattığı kahraman Hercule Poirot, zekâsı, espri yeteneği ve keskin gözlemciliği ile seçkinleşen Belçikalı bir dedektifti. Cinayetleri, “küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak çözmesi ve bu arada da İngiliz aristokrasisinin özel yaşamının gizli sırlarını ortaya dökmesi ile sevimli geliyordu  bana. Fare Kapanı, Yanlış Cinayet, Şahidin Gözleri, Ölü Adamın Dönüşü, Uyuyan Ölüm ve Öldüren Miras isimli romanları ünlü yazarın okuduğum ilk kitapları oldu.  Her şeyin bir dönemi oluyordu. O günlerde tamamlanıp yerini daha farklı konulara yöneltti. Milliyetçilik duygularımızın kabardığı günler de gündeme Halide Edip geliverdi. Bu vesile ile İstiklal Savaşımızın Halide Onbaşısının Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Türk'ün Ateşle İmtihanı ve Handan isimli romanları ile tanıştım. Sinekli Bakkal romanında toplumsal sorunlara yönelmişti. Ateşten Gömlek ve Türk'ün Ateşle İmtihanı romanları ise Kurtuluş Savaşı romanları olup Millî Mücadele günlerini tüm canlılığı ile yansıtıyordu. Handan ise bu romanlardan çok farklı, çok Avrupai bir romandı.  II. Abdülhamit döneminin şartlarına göre aşırı feminist, yazılması zor bir romandı. Aslında mektup tarzında yazılmış, bireysel ve psikolojik bir aşk romanıydı. Okuduğum bu romanın benim için farklı bir önemi vardı. Romanın acıklı kısmının İtalya'da geçmesi ve romanın ismi ile roman kahramanının isminin Handan olması dikkatimi çekmişti. Halide Edip’in arkasından Kerime Nadir’in Solan Ümit ve Yeşil Işıklar isimli kısa aşk romanlarını da okudum. Kerime Nadir, Selim İleri’nin deyimi ile insanların, aşk dendi mi, belki de kişiye değil, aşka âşık oldukları dönemleri anlatıyordu yazdığı kitaplarda. Bu yazarın önemli özelliği ise romanlarının çoğunun filme çekilmesi ve sinema üzerinden de ciddi bir izleyici kitlesine ulaşması olmuştu. Belki de uzun bir süre başka kadın yazar girmedi okuma listeme. O günlerde sol yayınlara merak sarmıştım genellikle.

 

     12 Mart askeri muhtırası ve 12 Eylül darbesi sonrasında yaşananlar, ister istemez yazarların romanlarına da konu edilmeye başlamıştı. Ben de bu vesileyle Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Füruzan, Oya Baydar, Pınar Kür, Ayla Kutlu, Nazlı Eray, İnci Aral, Adalet Ağaoğlu, İsmet Kür, Erendiz Atasü ve Emine Işınsu gibi kadın yazarlarımız ile tanışma fırsatını buldum. Sevgi Soysal, Gerçekçi toplumcu bir roman ve öykü yazarıydı. Döneminin içinde bulunduğu zorlukları okura yansıtıyordu. Yenişehir’de Bir Öğle vakti ve Şafak isimli kitapları bu konuda öncü olacak romanlardı. Ayrıca Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu isimli kitabında da anıları ile bizleri aydınlatıyordu. İyiler erken ölür derler bu sözü yalancı çıkartmadı ve kırk yaşında hayata gözlerini kapadı. Tezer Özlü, yaşarken yayımladığı üç kitabıyla o da edebiyatımızın erken yaşta yitirdiği özgün yazarlardandı. Umut ve umutsuzluğu aynı zaman diliminde yaşayabilen Özlü, kitaplarında, hayranlık duyduğu Svevo, Kafka ve Pavese’nin izlerini de ülkemize taşıdı. Çocukluğun Soğuk Geceleri, Bir İntiharın İzinden ve Yaşamın Ucuna Yolculuk onun bu kısa ömründe yazdığı kitaplardı. Çocukluğumun Soğuk Geceleri isimli kitabında, disiplinli asker bir baba tarafından yetiştirilen genç bir kızın psikolojik acılarını anlatıyordu. Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi isimli romanı ise 12 Mart’ta birbirlerinden farklı politik görüşlere sahip kardeşler arasındaki problemlerin bir düğün gecesinde ortaya çıkması şeklinde anlatılıyordu. Öykü yazarı olarak tanınan Füruzan, 47’liler ve Berlin’in Nar Çiçeği isimli romanları ile bu kervana katılmış bir bayan yazarımızdı. Özellikle 47’liler romanında, 68 olaylarına karışan bir avuç gencin yaşam öykülerini anlatmıştı. Bu sırada gençlerin nasıl bir kıyıma uğradığını ve yaşadıkları işkenceleri tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkarıyordu. Oya Baydar, olayları birebir yaşayan ve 12 Eylül’den sonra ülkeden kaçmak zorunda kalan bir öğretim görevlisiydi. 1998 ve 2000 yıllarında çıkarmış olduğu Hiçbiryer’e Dönüş ve Sıcak Külleri Kaldı isimli romanları, bana göre bu konuda gerçekten okunması gereken ve başucunda bulundurulacak kitapların başında geliyordu. Bundan sonra çıkarmış olduğu kitaplar için maalesef aynı şeyleri söyleyemeyeceğimi üzülerek belirteceğim. Pınar Kür ise Türkiye’de yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal yapıyı geniş bir yelpazede irdeliyordu Yarın isimli romanında. Roman basıldıktan sonra toplatıldı, bu nedenle ancak 30 yıl sonra tekrar çıkabildi okurun karşısına. İnci Aral, Türkiye'yi 12 Eylül’e götüren toplumsal bir cinneti edebiyata aktarırken kendi yazarlık kariyerinin de doruğuna çıkmıştı. İnsan aklına, vicdanına, onuruna sığmayan dayanılmaz bir vahşeti yaşayanları, neden kurban seçildiğini bile anlayamadan hayatları cehenneme dönenleri edebiyat tarihine Kıran Resimleri isimli kitabı ile aktarıyordu. İnsan onun yazdıklarını okurken yer yer kanı çekiliyor, ürküyor, sarsılıyor ve gelecek için ümidini yitiriyordu. Nazlı Eray ise hayal dünyası geniş, oldukça yaratıcı ve keyif veren bir yazar tipi ile çıkıyor karşımıza. Arzu Sapağında İnecek Var ve Sis Kelebekleri isimli kitapları da Fantezi dolu, şaşırtıcı, eğlenceli ve bir o kadar da okunması kolay romanlar. İsmet Kür, Onuncu Sigara isimli romanında dört kuşak insanın yaşamından kesitler sergiliyor okurlarına. Aslında 12 Eylül’ü ve işkencelerin insanlarda bıraktığı izleri, yarattığı acıları tüm açıklığıyla anlatıyor kitabında. Emine Işınsu ise Milliyetçi-ülkücü görüşe sahip ve sağcı bakış açısıyla yazdığı romanları ile tanınan bir yazar. Yazmış olduğu Canbaz isimli romanında, 1979 yılındaki terör olaylarını ele alıyor. Sancı isimli kitabında ise ailenin radikal sola karışmış kızı ile ülkücü fikirlere yatkın evin küçük oğlunun içinde bulunduğu kaotik ortamı irdeliyor. Kitapları ile en son tanıştığım yazarımız Erendiz Atasü oldu. Edebiyatın toplumsal işlevinin bilincinde olan bir yazardı. Kadın bakış açısı ile gözlemleri ve imgelem gücü, tüm eserlerinde belirgindi. Yazarın, Gençliğin O Yakıcı Mevsimi isimli romanında kentli ve eğitimli kadının muhafazakâr toplumda düştüğü açmazı anlatıyordu.

    

     Ülkenin ekonomik ve siyasi ortamının pek iç açıcı olmadığı günlerde bir mavi tur planı yaptım. Mavi Tur veya Mavi Yol dedikleri şey ise Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat, Mina Urgan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sebahattin Eyüboğlu kardeşlerin arkadaşları ile birlikte küçücük eski bir tekne ile Ege ve Akdeniz kıyılarını denizden keşfe çıkmalarıydı. O günlerde bölgedeki tüm koylar bakir ve tertemizdi. Bu entelektüel insanlar, paylaşmayı, yardımlaşmayı, bölüşmeyi denediler ve mutlu oldular birlikte. O güzel sahilleri görmeyenlere de gösterdiler. Bende bu turu öğrendiğimde neden olmasın dedim, eşimi, yeğenimi ve ablamı da yanıma alarak çıktım bir Mavi Tura. Bodrumun Gökova körfezini köşe bucak dolaştım. Arkamda anlatılmaz güzellikte anılar bıraktım. Döndüğümde daha da merak sardım gidip gördüğüm koylara. Nükhet Anadol’un Mavi Yol isimli kitabını alıp okudum yetmedi. Azra Erhat’ın Mavi Anadolu isimli kitabı ile Karya’dan Pamfilyaya Mavi Yolculuk kitaplarını alıp okudum onlar da kifayet etmedi. Sonunda Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Gezileri isimli kitabı yarama merhem oldu. Sonunda Ali Boratav'ın Mavi Yolculuk Rehberi isimli kitabı çıkınca, koyları tek tek gezmiş oldum. Velhasıl bugüne kadar dokuz kez çıktım mavi yolculuğu ama inanın ki asla doyamadım. Yaz gelince içim içime sığmaz, o güzellikleri bir kez daha görebilmek için pır pır eder yüreğim.

    

     Daldım gittim yan sokaklara ama bu yollarda da güzel yazarlarla da tanıştım. İnci Aral’a haksızlık etmeyelim. Onunla Kıran Resimleri ile başlayan tanışıklığımız yıllarca devam etti. Bu süreç içinde Kan Gülleri, Sevginin Eşsiz Kışı, Anılar İzler Tutkular, Gölgede Kırk Derece, Yazma Büyüsü, Sadakat, Safran Sarı, Uykusuzlar, Ruhumu Öpmeyi Unuttun, Şarkını söylediğim Zaman, Kendi Gecesinde ve Yukarlarda En Uzaklarda isimli romanları kitaplığımdaki yerlerini aldılar. Aysel Özakın, Sessiz Bir Dayanışma isimli kitabında öykülerini toplamış. Küçük bir kentin uygarlaşma süreci içinde insanların çelişkilerini, korkularını anlatmış. Genç Kız ve Ölüm isimli romanında ise toplumsal baskı ve eşitsizliklerden fazlasıyla nasiplenen kadınlarımızı anlatıyor. Özakın, toplumsal konuların yanında bireysel konulara da değiniyor. Tanıştığım yeni yazarlar arasında bulunan adaşım Tomris Uyar, yazdıklarından çok özel yaşamı ile dikkat çeken bir kadın. Ne güzeldir bir insana şiir, şarkı, roman yazılması veya bir sanat eserinin ona ithaf edilmesi. Tomris Uyar, bu konuda her kadının kıskanacağı bir insan. Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Cemal Süreyya ve Edip Cansever’in hayranlığını kazanarak kendisi için şiirler yazılan özel mi özel bir kadın. Ama sonunda o da iyi bir edebiyatçı. Dizboyu Papatyalar, onun yazıp benim de severek okuduğum güzel bir öykü kitabı. Bizi yalan dünyaya, daha doğrusu kendimize söylediğimiz yalanlara karşı uyarıyor. Peride Celal, Üç Yirmidört Saat romanında, bir hasta yatağı çevresinde, "Üç Yirmidört Saat" süresince bir ana ile bir kızın hesaplaşmasını, iki kuşağın dramını anlatıyor. Ayşe Kulin, Boşnak bir baba ile Çerkez bir annenin çocuğu. Sahip olduğu çok kültürlülüğün yanı sıra üslubundaki akıcılık ve yalınlık sayesinde kolay ve çok okunan bir yazar oldu. Özellikle kaleme aldığı biyografik eserleri ve romanlarıyla tanındı. Ben de onu Sevdalinka romanı sayesinde tanıdım. Ellili yaşlarımda bana Boşnakları öğreten bu güzel gözlü bayan yazarımızın takipçisi oldum sonunda. Adı Aylin, Füreya, Köprü, Gece Sesleri, İçimde Kızıl Bir Gül Gibi, Bir Gün, Güneşe Dön Yüzünü ve Babama isimli kitaplarını severek okudum. Gazeteci yazar Yıldız Sertel, Annem isimli kitabında annesi Sabiha Sertel’i anlatmış. Cumhuriyet döneminin ilk kadın gazetecilerinden olan Sabiha Sertel’in yaşam hikayesi aynı zamanda yakın tarihimizin de bir özeti durumunda. Romancı, hikayeci ve gezi yazarı olan Buket Uzuner’i, Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu isimli romanı ile tanıdım. Roman, Çanakkale Savaşları’nda ölen büyük dedesinin kayıp mezarını aramak için Gelibolu’ya gelen Yeni Zelandalı genç bir kadın ile Çanakkale Milli Parkı’nda bastonuyla dolaşan yaşlı bir Türk kadınının seksen beş yıllık sırrını anlatıyor. Yazarın ikinci kitabı olarak dört öyküden oluşan Şairler Şehri isimli romanını okudum. Yazarın bu kitabında, ikinci ve dördüncü öyküler birbirini tamamlar nitelikte. Uzuner, öykülerin arasına şiirler katarak hoşluklar yaratmış ustalıkla. Ve Mine Kırıkkanat, Türk gazeteci, yazar ve köşe yazarı ama en önemlisi korkusuz dişi cengaverimiz. Yalakalara korkmadan hak ettikleri cevabı verebilen bir kadın. Onu nasıl ve hangi kitabıyla tanıdım anımsayamıyorum, çünkü onu hep okumuş gibiyim. Ama şu anda kitaplığımda aşk hikayeleri, bir gün bir gece, destina, Umudun Kırık Kanatlarında, Hiç Kimse, Bir Hıristiyan Masalı, Sinek Sarayı, Her Şeye Rağmen, Carrissima Sevgilim, Paris, Amerika ve PandİSPANYA kitapları baş köşede. Latife Tekin ile tanışmam Unutma Bahçesi isimli kitabı ile oldu. Ütopik bir roman olan Unutma Bahçesi, oldukça tedirgin edici bir dille yazılmış ve zaman mefhumunda da tereddütlü davranılmış. Bu nedenle okur, kitabı okumakta çok güçlük çekiyor. Latife Tekin’in özgün dili, klasik roman dilinden oldukça farklı. Buzdan Kılıçlar romanında da alıştığımızın ötesinde değişik bir dille karşımıza çıkıyor.

 

     Geldik Latin Amerika'ya. Isabel Allende, Şili’nin ünlü romancısı ve büyülü gerçekliğin Latin kraliçesi. İlk olarak Eva Luna isimli romanı ile tanıdım Allande’yi. Bu kitabı beni sardığı için Ruhlar Evi, Yüreğimdeki Ülkem ve diğer kitapları ile de tanıştım. Onun yazdığı kitapları okuduğum için kendimi özel hissettim.  Güney Afrikalı Nobelli yazar Nadine Gordimer, Başka Dünyalar isimli romanında, siyahların çoğunlukta bulunduğu bir toplumda beyaz bir insanın yaşadığı sorunları yansıtıyor. Betty Mahmudi, Kızım Olmadan Asla kitabında kızını İran’dan kaçırış hikayesini anlatıyor. Marguerite Duras ismini duyduğunuzda biraz düşünmelisiniz. Çocukluğunu ve gençliğini Çinhindi'nde geçiren Fransız bir yazarla tanışıyorsunuz. Sıra dışı edebiyatıyla geçtiğimiz yüzyılın en çok konuşulan yazarlarından. Ben onu Cebelitarık Denizcisi ve Sevgili isimli romanları ile tanıdım. Duras, Uzakdoğu ve Batı kültürlerinin oluşturduğu derin birikimle anlatıyor yaşadıklarını. İçsel yaralarımıza merhem olmak adına bir ışık tutuyor ama maalesef benim beklentilerime fazla karşılık veremiyor. Zira okumamız gereken daha o kadar çok yazar ve roman var ki. Örneğin Susanna Tamaro, Yüreğini Götürdüğün Yere Git isimli kitabı ile bir anda ünlü olan doğa aşığı sevimli bir İtalyan kadın yazar. Kitap 80 yaşındaki ihtiyar bir kadının büyütüp yetiştirdiği ancak, Amerika’da yaşamaya karar veren torununa yazdığı fakat asla göndermediği bir dizi mektuptan oluşuyor. Çok yalın bir dille, harika bir edebi eser yaratmış. Günümüzdeki teknolojik gelişmelerin insani duygularımızın varlığını unutturmaması için, şartların gerektirdiği şekilde değil de içimizden geldiği gibi hareket ettiğimizde mutluluğu yakalayabileceğimizi gösteriyor bizlere. Edita Morris, İsveç asıllı Amerikalı bir yazar. Vietnam’a Sevgiler adlı kitabında, Nagasaki şehrine atılan atom bombasından yanan bir Japon delikanlısı ile Vietnam’da atılan bir napalm bombasından yanan bir geç kızın mektup arkadaşlığını anlatıyor. Kitabı okuyan insan, yanıkların sadece tende iz bırakmadığını asıl yanık acısının insanın yüreğinin derinliklerinde kaldığını fark ettiriyor.  Alman yazar Stefanie Zweig, Afrika'nın Hiçbir Yerinde isimli romanında, Nazi soykırımından kaçan ailesinin gerçek hayat hikayesini anlatıyor. Sizde hatırlamak ve empati yapmak isterseniz bu kitabı okuyarak 2003 yılının En İyi Yabancı Film Oscar’ını alan filmin konusunu öğrenebilirsiniz. Bu kez sizlere Anais Nin’i, İspanyol, Küba ve Danimarka kökenli ama Fransız olan aykırı bir yazarı tanıtmak istiyorum. Albatrosun Çocukları isimli kitabında, alışılanın dışına çıkarak çok farklı kadın karakterler yaratmış. Sevgiliyken düşman, yapıcıyken yıkıcı, tekeşlilikten çokeşliliğe, heteroseksüellikten lezbiyenliğe ve biseksüelliğe geçebilen aykırı mı aykırı onun kadınları. İtalyan yazar Elsa Morante’nin baş yapıtı olan Arturo’nun Adası, başlangıçta sıkıcı gibi gelmesine rağmen giderek insanda merak uyandıran bir kitap. Yazar romanını, annesini hiç tanımamış, eşcinsel babasının sevgisini de hissedemeyen küçük Arturo’ya anlattırıyor. Morante, lirik anlatımı ve gerçekçi ayrıntıları gerçek dışı ustalıkla kaynaştırarak dikkat çekiyor. Geldik Che’nin Latin Amerika’sına. Gioconda Belli, Tenimdeki Ülke Nikaragua isimli kitabın yazarı. Bu kitap, yaşam ve ölüm sarmalındaki Nikaragua’lı bir kadın Sandinista'nın kaleminden çıkan ilk edebi anı kitabı olması ile ünlü. Okuru bir anda Latin Amerika'da devrim yapılan topraklara götürüyor. Dorıs Lessing’in, Türkü Söylüyor Otlar isimli romanı Zimbabwe'de geçiyor. Bir cinayet ile başlayan kitap ta önce cinayete giden adımlar anlatılıyor. Romanda olaylar akıcı dille ele alınırken, betimlemeler ve ruhsal analizler ustalıkla yapılmış. Roman 2007 yılında Nobel edebiyat ödülünü de kazanmış. Tekrar Latin Amerika kıtasına yöneldiğimizde bu kez karşımıza Meksikalı romancı Laura Esquıvel çıkıyor karşımıza. Yazar, Acı Çikolata isimli kitabında okuru Meksika Devrimi sırasında De la Garza ailesinin en küçük kızı Tita’nın mis gibi kokular yükselen mutfağına konuk ediyor. İnsanı sofraya bir kez çağırırlar, tıpkı yatağa davet ettikleri gibi sözleri ile de okuru gülümsetiyor. Size birçok yemek tarifini verirken, aşkın iki kişinin birbirinin bedeninde ve ruhunda erimesi ve kaynaşması olduğunu gösterip hissettiriyor. Bu kez Alman edebiyatının gözde yazarlarından Eva Demski’nin yazmış olduğu Sözde Ölüm isimli ilgiye değer bir politik romanını tanıtmak istiyorum sizlere. Roman, Bader-Meinhof ismi ile tanınan terörist örgütle ilişkili korku dolu siyasal ortamın kapılarını edebiyat dünyasına açıyor. Hintli yazar Kıran Desaı tarafından yazılan Kaybın Türküsü romanı sayesinde dünyanın en uzak yerlerinden biri olan Himalaya dağlarını ve orada yaşayan insanları tanıdım. Göç eden insanların ve sömürge olmuş ülkelerin sorunları ile tanıştım.

 

     Ayşegül Devecioğlu ise Ağlayan Dağ Susan Nehir isimli romanında, yol yorgunu Çingenelerin dramını sergiliyor. Banu Avar, Kafkasya Dağıstan Avar'lı bir baba ile Üsküplü bir annenin göçmen kızı. O, gazeteci, radyocu, televizyoncu, belgeselci, araştırmacı ve cesur bir yazar. Yazdıklarını da korkmadan çekinmeden yazabilen bir insan. Kaçın! Demokrasi Geliyor, Böl ve Yut, Hangi Avrupa, Avrasyalı Olmak, Sınırlar Arasında, Gün O Gün'dür, Hangi Dünya Düzeni, Banu Avar'la Konuşmalar, Demokrasi Projeleri, Zemberek onun okuduğum kitapları. Yani yazdıklarının hepsi. Ülkesini seven her Atatürkçünün okuması gereken bir yazar. Sibel Özbudun’un derlediği Latin Amerika’da İsyanın Tarihi isimli kitap, Latin Amerika’nın iki yüzyıllık isyan tarihini kendi önderlerinin ağzından bizlere yansıtıyor. Genç bayan yazarlarımızdan Ece Temelkuran’ı, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita isimli kitabını okuyarak tanıdım. Kitap, Latin Amerika'da yaşanan bir devrim deneyiminin sorgulanışı ve dünyada güçlenmeye başlayan antikapitalist oluşumun izinin sürülmesini anlatıyor. Kitabı ve yazarı sevdim bu nedenle daha sonra çıkardığı Muz Sesleri, Kayda Geçsin ve Ağrı’nın Derinliği isimli kitaplarını da okudum. Ayşe Sarısayın çevirmen ve yazar. Onu, Erdal Öz Unutulmaz Bir Atlı kitabından tanıdım. Erdal Öz, Gülünün Solduğu Akşam isimli kitabı yazan insan. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında onlarca kitap yazıldığı halde o kitap unutulmazlar arasında. Bu oldukça zor biyografiyi başarı ile tamamlamış. Sıdıka Avar, Atatürk’ün “Git, memleketin içine gir, dağ köylerine uzan, orada bizden ışık bekleyen yarının annelerini bulacaksın” dediği bir öğretmen. Dağ Çiçeklerim adını verdiği romanında, Doğu Anadolu bölgesinde geçirdiği yirmi yıllık öğretmenlik serüvenini anlatıyor bizlere. 

 

     Son olarak İngiltere’nin 20. Yüzyıla damgasını vuran ünlü kadın yazarlarından Virginia Woolf’u tanıtarak bitirmek istiyorum yazımı. Yazarın, Dalgalar, Var Olma Anları, Kendine Ait Bir Oda ile Deniz Feneri isimli kitaplarını bitirdiğimde, kurmacanın geleneksel kalıplarından uzaklaşan, yaşadığı anları yakalamak isteyen ve biraz da zor takip edilen bir yazar olduğunu anladım. Edebiyatta modernizm akımının öncülerinden olan Woolf, yaşadığı dünyanın gerçeklerini hem akıl sağlığı yerinde olan hem de olmayan insanların gözünden sunabilen ender yazarların  da önderi. Woolf, aykırı bir karakter, aynı zamanda eşcinsel bir kadın. Asıl önemli yanı, evli olduğu halde bunu saklama gereğini dahi duymaması. Roman türüne yaptığı özgün katkılarla edebiyat tarihine adını yazdıran ama gerçekten okunması oldukça zor bir yazar. Eteğine taşlar doldurarak kendini nehrin sularına bırakarak intihar etmesi karakterindeki aykırılığının da karinesi.

bottom of page