top of page
Gabriel Garcia Marquez
        ( Gabo )

    “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.”

                                                                                                                                  Gabriel Marquez

    

     Gabriel Garcia Marquez, ya da yaygın lakabıyla Gabo, 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın kuzeyinde yoksul ve küçük bir kasaba olan Aracataca’da doğdu. Babası Gabriel Garcia, annesi Luisa Marquez’dir. Liberal olan büyükbaba, kızının Gabriel ile evlenmesine karşıdır. Damat adayı hem Muhafazakâr Parti yanlısı hem de çapkınlığı ayyuka çıkmış bir gençtir. Gabriel, kolay pes eden yaradılışta biri değildir. Serenatlarla, aşk şiirleriyle, mektuplarla, çiçeklerle genç kızın kapısına dayanmaktan hiçbir zaman vazgeçmez. Sonunda genç kızın ana ve babası, birbirlerini deli gibi seven gençlerin evlenmelerine razı olmaktan başka bir çözüm yolu bulamaz. Marquez, inatçı ve tuttuğunu koparan bir babanın evladıdır. Ebeveynlerinin başka bir kente taşınmaları üzerine Gabo’yu küçük yaşlarından itibaren anneannesi ve dedesi büyütmüştür. Entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz masalımsı hikâyeler anlatan ninesi, onunun hayatını şekillendirmesinde baş rolü oynamışlardır. İki iç savaşa katılan, liberal görüşlü, insan hakları savunucusu ve karizmatik bir asker olan büyükbabasının siyasi çizgisinden doğal olarak etkilenmiştir. Büyükannesinin öğrettiği gelenekleri, batıl inançlar çerçevesinde anlattığı yöresel halk hikayeleri ve masalları, Marquez’in olaylara büyülü ve doğaüstü bir açıdan bakmasının kaynağını oluşturmuştur.            Marquez, on dokuz yaşında Hukuk fakültesi birinci sınıfına giderken, Kafka'nın Dönüşüm adlı kitabını okumuştur. Kitabın giriş cümlesi şu şekildedir: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” Marquez, okuduğu romandaki hayali karakterin bu sözlerini, büyükannesinin hikâye anlatışı ile özdeşleştirmiş ve okuduklarından çok etkilenmiştir. Marquez, sadece Kafka okumamış, Virgina Woolf ile William Faulkner’da onun sevdiği yazarlar arasındadır. İncil’i okuyarak vizyonunu ve sanatını biçimlendirmekte faydalanmıştır. Aynı şekilde Sofokles’i de okuyarak bilgilenmiştir. Okuduğu bu eserlerden büyük çıkarımlar sağlayarak yazarlık için gereken alt yapısını oluşturmuştur. Meslek hayatına gazetecilik ile başlamıştır. Siyasal ve sosyal olaylarla her gün iç içe süren yaşamı onun gündelik gerçeklerle bağlantısını pekiştirmiştir. Bir gemicinin tek başına okyanusta on gün geçirmesini anlattığı hikayesini çalıştığı gazete yayınlamıştır. Daha sonraki tarihlerde “Bir Kayıp Denizci” adıyla basılan bu eser onun yazdığı ilk uzun hikayesi olmuştur. Fısat buldukça Albert Camus, Fuentes ve Hemingway gibi yazarlardan da ruhunu ve kalemini beslemiştir. Zaman süreci içerisinde yazını özgün kişiliğini bulmuştur. “Yaprak Fırtınası”, onun basılan ilk uzun hikayesidir. Macondo kasabası ilk kez bu kitap ile edebiyat dünyasına girmiştir. Bu uzun hikayede dev bir muz şirketinin sömürüsünden artakalan çürümüşlük kokusunun kol gezdiği bu kasaba da yapılmaması gereken bir cenaze töreninin öyküsünü anlatmıştır. Marquez, otuz bir yaşına geldiğinde gençlik aşkı Mercedes’le evlenir. “Albaya Mektup Yok”, onun sade ve etkileyici bir anlatımla yazdığı ilk romanı olmuştur. Ardından bir solukta okunan, mizah, eleştiri, kuşku, sır ve yolsuzluklarla dolu yasadışı olayları anlatan, “Şer Saati” isimli kısa romanı yazmıştır. Bunun ardından yazmış olduğu “Yüzyıllık Yalnızlık" isimli romanı ise onun başyapıtı olmuştur. Bu kitap sadece bir roman değil, geniş bir kültürün düşe kalka adım adım irdelenmesidir. Avrupalıların Amerika’ya yerleşmesini ve bir kıtanın kaderini etkileyişini de arka plan olarak kullanmıştır. Marquez, bu romanında doğduğu kasabanın, yani Aracataca’nın bir benzerini, Macondo’yu yaratarak bu çerçevede uzun aile tarihini anlatır. Kronolojik gibi görünse de geçmiş ve gelecekle ilgili zaman ve mekan kaymaları bulunur. Bu kitap onun hayatının dönüm noktası olmuş ve ünü Amerika kıtasını aşmıştır. “Sevgiden Öte Sürekli Ölüm” isimli öykü kitabında ise Marquez'in hayatı, yaşamı, çaresizliği ve ölümü anlatan geniş bir hayal gücünün eseri olan 17 öykü yer alır. Bir öyküsünde Türk imgesinin de geçtiği bu kitap, ülkemizde ilk basılan olmasa dahi en erken basılan kitaplarından olmuştur. “Mavi Köpeğin Gözleri” isimli kitabı, yazmışı olduğu ilk öykülerinden 12’sini içerir. Bu öykülerin içinde "Çullukların Gecesi" isimli öyküsü, onun en değer verdiği öyküsüdür. Bunun arkasından, “Hanım Ana’nın Cenaze Töreni” isimli öykü kitabı gelir. Sekiz öyküsünün yer aldığı bu kitaptaki son öykü kitaba adını da vermiştir. Latin Amerika edebiyatçısı olup ta diktatörlük ile ilgili bir kitap yazmamak işin büyüsünü bozmaktadır. “Başkan Babamızın Sonbaharı” isimli romanında küçük bir Latin Amerika ülkesinde kendi zorbalığının kapanına kıstırılmış ölmekte olan bir diktatörün son günlerinin öyküsünü anlatmıştır. Eleştirmenlerin müşterek kanaati ise bu romanın okunmasının ve anlaşılmasının zor olduğu yönündedir. “İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü” isimli kitabında ise yedi öykü bulunur. Kitaba adını veren son öyküsüne kısa bir roman da denilebilir. “Kırmızı Pazartesi”, Gabo'nun farklı içerikli bir romanı olup beyaz perdeye uyarlanan ilk romanı olma özelliğini de taşımaktadır. Márquez bu romanında, çocukluğunda tanık olduğu, herkesin bildiği, sadece öldürülenin bilmediği bir namus cinayetini anlatmıştır. Yazarın sevilen romanlarından olan bu kısa ve ölümsüz roman, toplumsal bir ruh çözülmesi olarak değerlendirilebilir. Marquez, çok şaşırtıcı bir insan olup daldan dala konmayı çok iyi bilmektedir. “Evet de ona. Korkudan ölsen bile, sonradan üzülecek olsan bile, çünkü her ne yaparsan yap, hayır diyecek olursan eğer, tüm hayatın boyunca pişman olacaksın.” Bu satırlar, sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünen “Kolera Günlerinde Aşk” romanına aittir. Aslında her kitabının başlangıcında bu ve buna benzer çarpıcı cümleler kurmakta mahirdir. Gabo, bu kült eserinde, hüzünle aşkı, gerçekle rüyayı, hayallerle gözlemleri, zenginlikle fakirliği, romantizmi, tutkuyu, şehveti, sabrı, kıskançlığı ve öfkeyi harmanlamış ve sadece biri hariç hepsini dozunda kullanmıştır. Hariç olan biri ise sabırdır. O sevdiği kadına kavuşabilmek için, gecelerle birlikte tam elli üç yıl, yedi ay, on bir gün sabredebilen bir insandır.  Kolera Günlerinde Aşk, bırakılmış bir sevgilinin, yeniyetmelik yıllarından başlayarak yaşlılığın alacakaranlığına dek süren, yarım yüzyıllık bir aşkın öyküsünü anlatır. Marquez'in kalem ustalığı, bu öyküyü masalımsı bir destana dönüştürmüştür. Marquez’in bu eserinde anne ve babasının ilişkisinden esinlendiği de söylenmiştir. “Labirentindeki General” isimli romanında, bir kurtarıcının gerçek yaşamını dile getirmiştir. İspanyol egemenliği altındaki Güney Amerika'yı İspanyol Amerika'sı olmaktan kurtarmaya, bağımsız, özgür yeni bir Amerika yaratmaya kendini adamış, çökmüş bitmiş bir generalin, yani Simon Bolivar'ın ölüme giden son yolculuğunu anlatmıştır. Bu romanı hakkında da eleştirmenlerin ortak görüşü, onun bilinen edebi başarılarının bu romanında yetersiz kaldığıdır. “12 Gezici Öykü”, on sekiz yıllık bir zaman diliminde yazmış olduğu kısa öyküleri bir araya getirmiştir. Öykülerin birinde, kendine mezar satın alan bir fahişe, köpeğine mezarı başında nasıl ağlayacağını öğretirken bir diğerinde fakir bir kadın, zengin bir aileye rüya yorumlayarak geçimini sağlamaktadır. Márquez, “Aşk ve Öbür Cinler” isimli romanında ise yıllar önce tanık olduğu gizemli bir aşk öyküsünü, bahtsız bir genç kızla bir rahibin olağandışı aşklarını anlatmıştır. “Benim Hüzünlü Orospularım” isimli romanında ise doksanını bulmuş çok yaşlı bir gazete köşe yazarının ağzından müthiş bir aşk serüvenini anlatmıştır. “Şili’de Gizlice” isimli kitabında, Pinochet’in diktatörlüğü döneminde Şili'de altı hafta geçiren ünlü yönetmen Migüel Littin'in macera dolu serüvenini kaleme almıştır. “Bir Kaçırılma Öyküsü” isimli kitabında, Pablo Escobar'ın kurduğu ve yönettiği uyuşturucu karteli tarafından kaçırılan, hapsedilen ve sonra da serbest bırakılan kişilerin hikayeleri konu edilmiştir. Yaşam öyküsünü anlatabilmek için de “Anlatmak için Yaşamak” isimli kitabını yazmıştır. 1950'lerde gazeteci olarak Doğu Avrupa'daki, Doğu Almanya'dan başlayıp Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve Sovyetler Birliği'ne uzanan seyahatin güncesi olarak “Doğu Avrupa’da Yolculuk” isimli kitabını yazmıştır. Gördükleri herkes eşit, herkes aynı düzeyde, herkes kötü dikilmiş eski püskü giysiler içinde, ayaklarında kalitesiz ayakkabılar. Tespitleri ise hiç acele etmiyorlar, telaş yok, sanki yaşamak için her şeyi ağırdan alıp tüm vakitlerini kullanıyorlar. En önemlisi ise Moskova’yı dünyanın en büyük köyüne benzetmiş olmasıdır. Şehrin mermer dekorasyonundan ağaçsız yollarına kadar gördüğü birçok şeyi hicvetmiştir. Buna karşılık işsiz, aç ve dilenen insanlar görmediğini de övünerek yazmıştır.

      20. Yüzyılın ikinci yarısı Latin Amerika edebiyatının dünyada yükseliş dönemi olmuştur. İlk kez Kübalı romancı Alejo Carpentier’in adını koyduğu büyülü gerçekçilik, edebiyatta ise ilk kez Meksikalı yazar Juan Rulfo ve Arjantinli Jorge Luis Borges tarafından kullanılmıştır. Latin Amerika’nın günlük hayatındaki fantastiğini açığa çıkaran büyülü gerçekçilik özellikle Marquez’in kitaplarında olağanüstü anlam ve biçim kazanmıştır. Büyülü gerçekçilik akımı denilen bu yeni roman yazma tekniğine onunla birlikte Arjantinli Cortazar, Perulu Vargas Llosa, Guatemalalı Miguel Angel Asturias ve Meksikalı Carlos Fuentes de katılmışlardır. Büyülü Gerçekçi yazarlarda biçem kaygısı, şiirsel bir düz yazının ortaya çıkmasıyla kendini göstermiştir. Latin Amerikalı yazarların yerli kültüründen gelen yarı dinsel yarı mitolojik ve fantastik ögeleri, sözlü geleneği gerçekçi bir kurguyla bir araya getirerek başardıkları bu edebiyat akımını dünya geneline tanıtan ilk kitap ise Gabo’nun “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli romanı olmuştur. Marquez, bu romanında ailesinin tarihini anlatırken aslında koca bir kıtayı yani Latin Amerika’yı anlatmıştır. Bu anlatışı sırasında yarattığı Maconda kasabasını, sanki Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanında bir Rus köyünü betimlemesi gibi veya “Kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek bir cümle bulamazsınız.” diyen Tolstoy’un anlatıları kadar gerçeği yansıtmıştır. Bu iki dev romancının, gerçeklik ve romantizm özelliklerine, Karayiplerin fantastik öğelerini de katarak zenginleştirmiştir. Batılı romancıların bireyselleştiği bir dönemde, yazımlarına Latin köylülerin topluma dönük etkilerini de katarak toplumsallaştırmıştır. Marquez, kitaplarında roman kahramanlarının ruhsal durumlarından, düşüncelerinden, duygularından, iç hesaplaşmalarından uzun uzun bahsetmeyip, olayları yalın bir biçimde anlatmayı tercih etmiştir. Söyleyeceğini satır aralarında söyleyerek, iç dünyayı okuyucunun sezgisine bırakarak okuyucuyu da romanla özdeşleştirmiştir. Roman kahramanları, klasik roman dünyasının içinden çıkan insanlar değildir.  Kaçakçıları, horoz dövüştürenleri, fahişeleri ve sokak sanatçılarını onun gibi anlatan az sayıda romancı vardır. Romanlarında tarih her zaman için baş rolde bulunmuştur. Bu tarihi atmosferin içinde düşle gerçekliği, gerçekçilikle fantastiği iç içe sokarak yorumlamayı sevmiştir. Kurgu içindeki mekân ve zaman kaymalarında doğa ile insan arasındaki dengeyi sürekli değiştirebilmektedir. Hangisinin ne yapacağını kestirebilmek kolay değildir. Bu nedenle onun en enteresan düşleri dahi okuru fazla şaşırtmaz. Marquez, yaşam boyunca üç ülke tarafından paylaşılamamıştır. Onu paylaşamayan ülkeler Kolombiya, Meksika ve Küba olmuştur. Aslında üçünün de haklı olduğu taraf vardır. Kolombiya, onun doğup büyüdüğü topraklardır. Meksika ise onun en uzun süre yaşadığı ve en rahat çalıştığı ülke olmuştur. Küba’nın yeri ise onun için her zaman ayrıdır. Her Latin Amerikalı gibi onun da gönlünde Fidel ve Che yaşamaktadır. Marquez, farklı bir yazardır. Yapıtlarında yer yer öyle abartıları olmuştur ki, hayal gücünün en pervasız bu yükselişini okur tabii bir olay olarak kabul etmiştir. Örneğin Macondo’daki yağmuru betimlerken beş yıl sürdüğünü veya roman kahramanlarının 120-140 yıl yaşadıklarını yazdığında okuyucu bundan rahatsız olmamaktadır. Çünkü o bir söz büyücüsüdür. Neyi, nerede ne zaman ve ne kadar kullanacağını çok iyi bilmektedir. Abartılarını kuruşu kuruşuna, saati saatine yaptığı sürece inandırıcılığını da o nispette arttırmaktadır. Aile yaşamını, cinsel arzuları ve romantik aşkı yaşatırken, konunun içine isyanları, savaşları, grevleri ve diğer toplumsal olayları çok güzel yerleştirebilmektedir. Bunları yaparken zaman ve mekân kaydırmaları yaparak, geri dönüşlerinde geçmişi anlatmakta, geleceğe dönük olarak ta kehanetlerde bulunmaktadır. Özellikle Yüzyıllık Yalnızlık romanında bir isim karmaşası görülür.  Dört karakterde Jose Arcadio, üçünde ise Aureliano ismi vardır. Bunun yanı sıra birbirine yakın benzer isimler de mevcuttur. Bu isim karmaşası kadın kahramanlar için de geçerlidir. Bu okuyucunun kafasını karıştırabilir. Marquez, bu sorunu doğal karşılamakta, bölgede babasının ismini kullanmayan insan var mı sorusuyla cevaplamaktadır. Üstelik roman kahramanı Albay’ın on yedi gayri meşru çocuğunun bulunması, karmaşanın sorumluluğuna onu da ortak etmektedir. Roman kahramanları içinde büyücülük yapan, genel ev çalıştıran hafif kadınlar da bulunmaktadır. Bunlar yaşamın gerçekleri olduğu için onlarında bulunması gerektiğini düşünmektedir. Gerçekleri anlatırken onları fantastik abartılar ile süsleyerek romana mizahi hoşluklar kazandırmayı ve okuru gülümsetmeyi çok güzel başarmıştır. Kitabında, aile içinde karı koca aşkları gibi normal ilişkiler anlatılırken bunun yanında sıra dışı ilişkilere de rastlanır. Kız kardeşi ile evlenen üvey kardeş veya teyze ile yeğeninin yaşadığı  ensest ilişkiler de konu edilmiştir. Çünkü bunlar yaşanmıştır. Marquez, ailesini tanıtırken olumlu davranışlarda bulunan karakterleri genellikle ailenin kadınları arasından çıkarmıştır. Ailenin yaşamı anlatılırken arka planda fon olarak Latin Amerika’da yaşananları kullanmıştır. Geleneksellikle modernliği harmanlayarak yazdığı bu muhteşem eser ona Nobel’i kazandırmıştır.

     Marquez, geçmişine bağlı olup arkadaşlıklara çok değer vermiştir. Bu nedenle sevdiklerine romanlarının içinde konumlarına uygun roller vermiştir. Eşi Mercedes’te de bunların arasındadır. Siyasi olarak hiçbir yöne ağırlığını koymamış, en ciddi konuları yazarken dahi okuyucuyu gülümsetmekte başarılı olmuştur. Netice itibarıyla, yazarlığa gazetecilikle başlayan Marquez, birbirinden güzel öyküler ve romanlar yazmış lakin gazeteciliği hiçbir zaman bırakmamıştır. O gazetecilik mesleğini bir sanat aracı olarak yüceltmiştir. Sol görüşlü bir yazar olmasına rağmen hiçbir dönemde siyasi yazar olmamıştır. Yazmış oldukları günümüze bir yönüyle çok benzerken bir o kadar da yabancı gibidir. Çok karmaşık ve karışık hikayelerini dahi okura popüler hale getirerek anlatmıştır. Bu nedenle çok satan bir yazar olmakla birlikte halkın yazarı da olabilmiştir. Bu özellikleri onu bir kıtanın simgesi haline getirmiştir. Büyülü gerçekçilik akımının en önemli savunucularından ve uygulayıcılarından olan Márquez, aynı kuşakta yetişen ünlü edebiyatçıların övgüsünü kazanmasını da bilmiştir. Şilili şair Pablo Neruda, Time’a yaptığı açıklamada Yüzyıllık Yalnızlık’ın, “Cervantes’in Don Quijote’sinden beri İspanyolca’daki en önemli ürün” olduğunu söyleyerek onun kalemini yüceltmiştir. Fidel Castro, 1970’lerin sonlarında, yakın dostluk kurduğu Márquez’in yazdığı roman için editörlük de yapmıştır. Amerikan hükümeti Márquez’e otuz yıl boyunca vize vermemiştir. Bunun nedeni, Márquez’in Washington’a karşı olan hükümetlere verdiği destek ve Fidel Castro’yla olan samimi arkadaşlığıdır. Eski ABD başkanı Bill Clinton, bu yasağı ancak doksanlı yılların ortalarında kaldırmıştır. 1982 Nobel Edebiyat Ödülü'nü Marquez'e veren İsveç Bilimler Akademisi, bu ödülün ona veriliş nedenini şu sözlerle açıklamıştır. “Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin bir hayal dünyasında birleştiren roman ve çelişkilerinden dolayı bu ödül Gabriel Garcia Marquez'e verilmiştir.”

        Onu sevenler için küçük bir sürprizim olacak. 20.yüzyılın en önemli romancılarından Marquez’in hayatını konu alan “Gabo – Büyülü Bir Yaşamın Hatıraları”, çizgi roman olarak Desen Yayınları tarafından çıkarılmıştır.

     Yakalandığı kanser hastalığı yüzünden sağlık durumu bozularak inzivaya çekilen Marquez’in, yakın dostlarına bir veda mektubu gönderdiği iddia edilmektedir. Yazarın bu mektubu, değişik dillere çevrilip, internet üzerinden de yayınlanmıştır. Şimdi sizlere onun tarafından yazıldığı iddia edilen fakat doğruluğu kanıtlanamayan duygu yüklü bu veda mektubunu veriyorum.

 

      Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.

      Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.

        Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?

bottom of page