top of page

Romantik     Ren

    Ren nehri, İsviçre Alplerinden çıkıp sırasıyla Fransa, Almanya ve Hollanda  topraklarından 

geçtikten yaklaşık 1320 km sonra Kuzey denizine dökülür. Avrupanın en uzun nehri değildir ama en romantik şehir ve kasabalarını çevresinde barındırır. Bir nehir turu için oldukça uzun bir yolculuk olduğu için bu tur genellikle birkaç etaba bölünerek de yapılabilir. Ben size parkurun tamamını tanıtmaya çalışacağım. Bunu gerçekleştirmek için turunuza İsviçre'den veya Hollanda'dan başlamanız gerekir. Bu yazımızda Hollanda'nın Amsterdam kentinden başlayıp İsviçre'nin Basel kentinde biten bir Ren turunun kısa tanıtımı yapılacaktır.

 

   İstanbul Atatürk havaalanından kalkan THY uçakları, 3,5 saatlik bir yolculuktan sonra Amsterdam kentinin Schiphol havaalanına ulaşmaktadır. İki ülke arasında bir saatlik bir zaman farkı olduğu da unutulmamalıdır. Birçoğunuzun bildiği gibi Hollanda ilginç bir ülkedir. Topraklarının % 20'si deniz seviyesinin altında bulunur. Ülkenin en büyük havaalanı da deniz seviyesinin 4,5 metre altındadır. Avrupanın 4.cü, dünyanın 10.cu büyüklükteki bu havaalanının her yıl 44 milyon yolcuya ev sahipliği yaptığını da hatırlatırım. Hollanda'nın nüfus yoğunluğu fazladır ama bu nüfus ülke topraklarına dengeli bir şekilde dağılmıştır. Kasaba ve köylerdeki yaşam standartı ile şehirler arasında önemli bir fark olmaması bunun başlıca nedenidir. Hollanda toprakları engebeli değildir, bu nedenle ülkenin en büyük kenti olan Amsterdam'da aynı özelliklere sahiptir. Bu yüzden bisiklet sayısı ülkede yaşayan insan sayısından daha fazladır. Bisiklet yolları ve parkları turistlerin ilgisini çekecek kadar çok sayıdadır. Dikkat edilmesi gereken husus bisiklet yollarında önceliğin bisikletliler için olmasıdır. Dikkat edilecek diğer husus ise havasıdır. Hollanda'yı ziyaret edenler yaz ortasında dahi yağmur ve rüzgara karşı hazırlıklı olmak zorundadır.

 

 


 

 

 

 

 

 

   

 

 

     

 

 

 

   Amsterdam denildiğinde akla üç şey gelir. Kanallar, bisikletler ve Kırmızı Fener Mahallesi. Amsterdam’da toplam uzunluğu 100 km’yi aşan 165 kanal bulunur. Bu kanalların üzerindeki köprü sayısı ise 1.300'ze yaklaşır. Bisikletleri ise söylemeye bile gerek yoktur . Aile boyu bisikletlerden çift katlı bisiklet otoparklarına kadar ne cins ararsanız bulabilirsin. "Red Light District" veya Kırmızı Fener Mahallesi ise dünyanın en eski sanatının icra edildiği bölgenin ismidir. 14.YY.da denizcilerin ihtiyaçları için kurulan bu mahalle bugün seks shoplar, randevu evleri, özel barlar, tiyatro, sinema salonları ve muhtelif ilginç müzeler ile doludur. Uyuşturucu satıcıları da mevcuttur. Mahalle polis kontrolünde olsa da, özellikle hayat kadınlarının fotoğraflarının çekilmemesi tavsiye olunur. Gezmek için sabah erken saatler daha uygun olur. Amsterdam güzel bir şehirdir. Şehrin kendine özgün bir mimarisi vardır. Dar cephe ve dik çatılar bu şehrin karakteristik yapısını oluşturur ve ona güzel bir estetik görünüm kazandırır. Amsterdam, turistleri yormayan, rahat bir kenttir. Medeniyeti ve temizliği tartışılmaz. 12 YY.da Amstel nehri kenarına bir balıkçı köyü olarak kurulan bu şehri tanımak için yapılacak en güzel etkinlik kanal turuna katılmak olacaktır. Bu turlarda kanal evleri de tanıma fırsatını yakalayacaksınız. Kent, Kuzeyin Venedik'i diye tanımlanmaktadır. Buna rağmen birçok büyük meydanı da vardır.  

 

   ikinci

             Dam Meydanı şehrin en önemli meydanıdır. Kraliyet sarayı, Madame Tussaud's Müzesi de burada bulunmaktadır.  Leidseplein meydan ise Amsterdam'ın en turistik ve en eğlenceli merkezidir. Rembrant meydanı da şehrin ikinci bir eğlence merkezidir. Burada da yemek yiyecek birçok mekan, cafe, bar bulunur. Vondelpark ise ayrı bir dünya gibidir. Müze gezmek istiyorsanız Museumplein bölgesine gitmelisiniz. Rijks ve Van Gogh Müzesi sanatseverlerin öncelikli tercihleridir. Stedelijk Müzesi ise, Amsterdam'ın Çağdaş Sanatlar Müzesidir. Görülmesi gereken yerler arasında Anne Frank Evi de bulunmaktadır. 

  Amsterdam’a gelindiğinde, Hollanda’nın meşhur yel değirmenlerini yakından görmek gerek.  Dam Meydanı’ndan sadece tek vasıta ile Zaanse Schans’a gidebilirsiniz.  Zaanse Schans’taki yel değirmenlerinin amacı elektrik üretmek değil. Hollanda topraklarının, deniz ile olan savaşında kullanılan bir nevi silah.  Bu yel değirmenleri  su seviyesinin altındaki yerlerden suyun dışarı pompalanmasında kullanılıyor. Aynı zamanda ülkeye yeni topraklar da bu şekilde kazanılıyor.

 

  Sadece Amsterdam'da vakit geçirmeyin, günlük turlara katılıp tahta ayyakkabı imalathanelerşni veya mandıraları da gezip alışveriş yapabilirsiniz. Kısa mesafelerde bulunan eskinin balıkçı köylerini şimdinin şirin kasabalarını ziyaret edebilirsiniz. Bunların içinde Valendam isimli kasabayı görmenizi özellikle tavsiye ederim. Bu kasabayı gördüğünüzde yaşamak için en güzel mekanlardan biri olduğunu göreceksiniz.

 

       Bu güzel kentte nehir gemimize binip Romantik Ren yolculuğumuza başlıyoruz. Biz gemide öğle yemeğimizi yerken yolculuğumuz da başlamış oluyor. Bu ilk etap turun en uzun parkuru olacak 24 saat sürecek olan yolculuğumuzdaki ilk durak Köln şehri. Amsterdam şehrinden çıkarken birbirinden güzel küçük yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Daha sonraları ise yemyeşil ekili alanları görüyoruz. Hollanda bir bakıma Avrupanın da tahıl ambarı sayılıyor. Sabah kalktığımızda Almanya topraklarındayız. Ruhr bölgesine girdiğimiz hemen belli oluyor. İnsanlar bu şekilde Alman sanayiini daha kolay tanıma fırsatını da buluyor. Yakın bir zamana kadar temel gelir kaynağı kömür ve çelik üretimi olan  bölge, bugün Almanya'nın Bilişim Teknolojisi, lojistik ve alternatif enerji üretim merkezi konumuna geliyor. Almanya'da tanıştığımız ilk büyük kent Düsseldorf oluyor. Banka ve sigortacılığın merkezi olan bu kentten sonra, muhteşem bir panoramik manzaraya sahip bir ortaçağ kasabası olan Zons'u geçip Köln şehrine ulaşıyoruz. Onca fabrikalar geçildiği halde çevrenin çok bakımlı ve temiz olması herkesin dikkatini çekiyor. 

 

     Köln'ün en özgün görülecek yeri katedralidir. Gemimiz merkeze yakın bir noktada bağlandığı için kısa bir yürüyüş turu ile katedrale ulaşıyoruz. Almanya'da Türk nüfusu yogun oldugu için çevreden gelen Türkçe konuşmalar çalınıyor kulaklarımıza. Görülecek en önemli yapı da Almanya'nın en büyük katedrali bulunan bu gotik yapı.  Dom Kilisesi olarak bilinen tarihi katedral Hristiyanlığın Katolik mezhebi için açılmış bir ibadethane. Katedralin yapımı 632 yıl sürmüş, 1880 yılında hizmete açılmış. Katedralin içini gezmek insanın oldukça vaktini alıyor. Çevresi trafiğe kapalı olan cadde, cok hareketli ve kalabalık. Alışveriş merkezleri ile ünlü mağazalar burada yer alıyor. Şehri ikiye bölen ve Köln'e hayat veren Ren nehri. Bunun üzerinde bulunan Hohenzollern Köprüsü de oldukça meşhur. Ve nehrin hemen kıyısında, cok guzel barların bulunduğu Alstadt Bölgesi yer alıyor. Şehirde herşey içiçe ve bir o kadar düzenli. Bu nedenle yorulmadan gezip şehri keşfediyorsunuz. 

 

 


 

     Almanya'nın 4.büyük kenti olan Köln'de, Gotik tarzda yapılmış kulesi ve ihtişamlı mimarisiyle Belediye Sarayı da görülmeye değer yapılar arasında yer alıyor. Eski meydanda bulunan, 12. Yüzyıldan kalma bu binanın ön cephesi son derece farklı bir görünüme sahip. Binada iç içe geçmiş balkonlar var gibi. Bu bina, Almanya’da halen kullanılan en eski Belediye Binası olma özelliğini de taşıyor.  Yolcular  akşam  yemeğini  yerken,  gemimiz Koblenz'e gitmek üzere harekete geçmişti.

 

 

 

 

 

     Koblenz'e varmadan önce nehir turlarının en önemli konusu olan seviye havuzlarından da bahsetmek gerek. Ren Nehri, İsviçre Alplerinden doğup 1320 kilometre dolaştıktan sonra Hollanda’dan Kuzey denizine dökülmektedir. Bu yolculuk esnasında, ülkeler ve bazı şehirler  arasında değişik rakımlarda seyahat gerçekleşiyor. Bu farklar, bazı bölgelerde ciddi boyuta ulaştığı için suyu dengelemek gerekiyor. Bunun için nehir üzerinde uzunlukları 150 ila 350 metre arasında değişen seviye havuzları yapılıyor. Gemiler yolarına devam edebilmek için, bu havuzlara giriyor. Nehir gemisi havuzun içine girdiğinde, gidilecek yönün rakımına göre ya havuz suyla dolduruluyor ya da içinde bulunan sular nehirle aynı seviyeye gelinceye kadar boşaltılıyor. Gemi devam edeceği yöndeki nehir suyu seviyesine geldiğinde, kapaklar açılıp yoluna devam ediyor. Bu havuzlar aynı zamanda baraj görevini de üstelenmiş oluyor.

 

    Koblenz şehri, Ren ve Moselle nehirlerinin kesiştiği bir kavşakta kurulmuş 2000 yıllık tarihi bir şehirdir. Almanya'nın en güzel ve en sakin şehridir. Dört sıradağ, geniş bir orman örtüsü ile birlikte, yeşillikler arasında ve eşsiz bir su coğrafyası ile bütünleşerek muhteşem bir görüntü sergiler. Geçmişine kanıt olarak kiliseleri, sarayları, eski aristokrat malikanelerini ve görkemli konakları barındırır bünyesinde. Kültürlerin buluştuğu ve Alman İmparatoru'nun oturduğu bir kenttir. Fransız yaşantısı ile Alman geleneğinin birleşiminden oluşan huzurlu bir ortam içinde, şarap evlerinde, özel ve doyurucu bir mutfak ile birlikte, doğal ve içten gelen hoş bir birliktelik oluşturmuştur. Bu atmosferin getirdiği rahatlık ile birlikte, daracık sokaklarında, romantik köşebaşlarında ve insanı çağıran mekanlarında muhteşem anılar yaşamak için dünyanın her tarafından seçkin misafirler gelir Koblenz'e. 

 

    Önce eski şehri tanımaya çalışın. Binalarının balkonlarına verilen isim olan dört kuleden başlayın Koblenz'i gezmek için. Bu yol şehrin diğer bir sembolü olan Schängelbrunnen ile devam ediyor. Alman İmparatoru 1. Wilhelm'in muhteşem heykeli de görülmeye değer. Bahçesine konan Berlin duvar taşları ise sadece ibret verici anı. Ve çevresinde dalgalanan 16 eyalet bayrakları. Tam karşısında teleferik ile çıkılan Marksburg?kalesi. Ren Nehri boyunca tahrip olmayan tek ortaçağ kalesi unvanını taşıyan bu kalenin yapımına 12. Yüzyılda başlanmış, sonraki ilavelerle bugünkü görünümüne ortaçağa gelindiğinde ulaşmış. Savunma amaçlı kullanılan kale zaman zaman hapishane görevi de üstlenmiş. Kale bugün müze olarak kullanılıyor. İçinde ise dönemin orijinal eşyalarından oluşan mutfak, şarap mahzenleri, oturma odaları, salonlar ve daha pek çok farklı mekan bulunuyor. Şehrin bir çok yerinde yalnızca Barok ve Gotik mimarlar değil, ünlü sanat koleksiyoncusu Peter Ludwig'in izi de bulunuyor. Ludwig müzesi Deutschherrenhaus'da, Alman Köşesi'in çok yakınında yer alıyor. Küçük, şirin ve espirili heykeller kentin her yerinde. Bu nedenle Orta Çağ duvarlarının içerisinde modern sanat, sempatik eski bir şehrin içerisinde modernlerin klasikleri sanki birbirini bütünlercesine kaynaşmış bir durumda. Şehirde bir kahve molasının ardından tekrar gemimize. Bu kez yolculuk romantik Ren turumuzun tam merkezine.

 

 

     Ren Nehri’nin en popüler bölgesi Almanya topraklarında ter alan Koblenz ile Rudesheim şehirleri arasında bulunan kısımdır. Bu bölgeden geçerken Lorelei Kayalarını, üzüm bağlarını ve ormanların içinde kaybolmuş 30 dan fazla şatoyu görebilirsiniz. Bu uzun yolculuk sırasında sadece bu bölüm Ren nehrine, kıtanın diğer nehirlerine göre ayrıcalık getirmektedir. Bu yüzden Almanya’daki Orta Ren Vadisi, Bingen ile Koblenz arasındaki bölüm “Romantik Ren” olarak nitelenmiş ve 2002’den bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır. Bu bölgede Ren nehri, Rhenish Slate, Hunsrick, Eifel, Taunus, Westelwald dağlarının arasından geçmektedir. Bu nedenle nehir, deniz seviyesine oranla normal yatağından 20 metre daha aşağıdan akmaktadır. St. Goarshausen kasabası yakınlarında, 120 metre yükseklikte bulunan ünlü Lorelei kayalıkları ise bu parkurun en güzel doğal oluşumunu sergilemektedir. Yol boyunca sizlere bağlar, şatolar ve birbirinden sevimli yerleşim bölgeleri eşlik eder. 

     Romalıların bölgeye yerleşmesiyle birlikte Ren nehri de Avrupa kıtasının en önemli suyollarından biri olmuştur. Nehirdeki ticari trafiği kontrol altına alarak vergi toplayabilmek için Almanlar ve Fransızlar yüzyıllarca savaşmıştır. 12’nci yüzyıldan itibaren nehrin dar olan yerlerine kaleler, nehir ortasındaki adacıklara ise toplanma noktaları inşa edilmiştir. Bölge zenginleştikçe görkemli şatolar yapılmıştır. Bu şatolar arasından bazıları efsanelere, öykülere konu olmuştur. St. Goarshausen yakınlarındaki 14’üncü yüzyıl şatosu Katz, Braubach’ın tepelerinde 12’nci yüzyılda yapılan Marksburg, Kaub’un karşısındaki kayalık ada da bulunan Pfalzgrafenstein, Koblenz yakınındaki 13’üncü yüzyılda yapılmış olan Stolzenfels şatoları bölgede bulunan tarihi eserler arasında en güzel olanlardır. Romantik Vadi’nin ikinci bir özelliği ise Almanya’nın şarapçılık bölgesi olmasıdır. Romalılar tarafından dik yamaçlarda, taraça sistemiyle başlatılan bağcılık, Almanlar tarafından da geliştirilerek bölgenin önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Bu güzelliklerin birlikte seyredilmesi ise göz alıcı manzaralar oluşturmaktadır.

     Koblenz'den hareket edip Rüdesheim'e doğru ilerlerken Lahnstein, Rhens, Brey, Spay, Osterspai, Filsen, Boppard, Kamp Bornhofen, Kestert, St. Goarshausen, Urbar, Oberwesel, Kaub, Bacharach, Lorch, Trechtingshausen ve Bingen isimli yerleşim bölgelerinden geçiyoruz. Bu sırada yanımızdan banliyö tekneleri ve büyük günlük tur tekneleri de geçiyor. Her yıl bağbozumunun başlaması ile birlikte ağustos ayının ikinci cumartesi günü muhtelif yerlerde festivallerle kutlanıyor. ‘Binbir Alev Akşamı’ ismini verdikleri bu festival gecelerinde ışıklandırılmış gemiler konvoy oluşturup nehir üzerinde geçit töreni düzenliyor. Aynı gece Loreley Kayaları ve şatolar da ışıklandırılıyor. Köylerde ve gemilerde havai fişek gösterileri yapılıyor. Bu birbirinden güzel küçük kasaba be köyleri seyrederken insan bu yolculuğun bitmesini hiç mi hiç istemiyor. Ama gemimiz aşağıda resmlerini gördüğünüz Rüdesheim şehrine yanaşıyor.

     Rüdesheim, orta çağdan kalma özelliğini günümüze kadar taşıyan küçük bir şarap kentidir. Onbin nüfusu olan şehir yılda üç milyona yakın turiste ev sahipliği yapıyor. Ren nehri ile üzüm bağları arasında kurulmuş olan kentte, UNESCO koruma listesinde bulunan 22 şato ve kale, büyük bir tarihi değer kazandırıyor. Taş döşeli daracık sokakları nakış gibi işlemiş duvar motifli evleri, pencerelerin önünden sarkan rengârenk sardunya çiçekleri, üstleri asma yaprakları ile kaplanmış terasları ve geleneksel kıyafetli garsonları ile sizi bir anda orta çağa sürüklüyor. Gelen turistleri memnun bırakmak için bu küçük kentte her yıl yirmiden fazla kültürel ve sanatsal etkinlik düzenleniyor.Rüdesheim, hem mimarisi hem de çevresindeki doğal güzellikleriyle, insanları mıknatıs gibi kendisine çekiyor. Kasabanın Orta Çağdan kalma sokaklarını gezdikten sonra üzüm bağlarının üzerinden geçen teleferiğe binerek, Almanya’nın kuruluşunu simgeleyen Niederwald Anıtına ulaşabilirsiniz. Bunun yanı sıra Rudesheim’ın üzüm bağlarını ve köy evlerini ilginç bir tren yolculuğu ile  yorulmadan da gezebilirsiniz. Müzik müzesi de görülecek yerler arasında. 350 antik mekanik müzik kutusu sergileniyor. En yenisi asırlık, en eskisi ise 4 asırlık. Buraya gelip te şarap tatmadan dönmek olmaz. 1000 yıllık Brömserburg Kalesi içindeki, Roma döneminden kalma şarap kadehlerinin de yer aldığı, Şarap Müzesi de görülecek yerler arasında. Bu arada yorulanlar Brandili kahve "Rudesheim Coffee" içebilirler. Bundan sonraki hedefimiz ise Mainz kenti olacak

    Ren'in suları pek te temiz görünmüyordu yani bulanıktı ama nehrin her iki yakasındaki doğa örtüsü gerçekten olağanüstüydü. Bu nedenle nehrin suyu insanı rahatsız etmiyordu. Nehir boyunca sıralanmış küçük ve şirin yerleşim birimlerinin güzelliği ve tepelerdeki üzüm bağlarının muhteşem görüntüsü insanı adeta büyülüyordu. Karadeniz seyyahatimde en güzel yeşilin ülkemde olduğuna inanıştım, ama bu gezi sırasında ne yeşiller gördüm inanamadım. Nehir gemimiz Mainz'e gidene kadar Geisenheim, Oestrich-Winkel, Eltville am Rhein, Budenheim ve Walluf gibi küçük ve güzel şehirleri geride bıraktık sonunda Gutenberg'in şehri Mainz'a ulaştık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   Mainz, Almanya Federal Cumhuriyeti'nin iç kesimlerinde, Ren Nehri kıyısında bulunmaktadır. Rheinland-Pfalz eyaletinin başkenti ve en büyük kenti olma özelliğini taşıyor. Çok önemli bir medya merkezi olan Mainz, İkinci Alman Televizyon Kanalı ZDF ile, SAT1, SAT3 ve SW3 isimli diğer Alman televizyon kanalları ve SWR, RPR1 gibi Radyo İstasyonlarını da barındırdığı için "Medya Kenti" olarak da anılıyor. Alman Federal Cumhuriyeti'nin önde gelen eğlence ve kültür merkezlerinden olan Mainz, aynı zamanda Avrupa'nın belli başlı deniz, demir, hava ve karayollarının kesiştiği bir merkezdir. Matbaayı icat eden ünlü mucit Johannes Gutenberg’in doğduğu kentte her yıl büyüklü küçüklü ellinin üzerinde festival, şenlik ve kutlamalar düzenlenir. II. Dünya Savaşı sırasında yapılan bombardımanlar sonunda büyük bir yıkıma uğramıştır. Savaştan sonra başlatılan restore çalışmaları sonucu, kent adeta küllerinden yeniden doğmuştur. 

 

     Uzun bir nehir yolculuğundan sonra bu kez Alsaz bölgesinde bulunan Strazburg kentine ulaşıyoruz. Fransa topraklarında yer alan şehir aynı zamanda Avrupa Parlementosu'na da ev sahipliği yapmaktadır.

     Fransa’nın kuzey doğusunda bulunan Strazburg, Almanya’ya sınır olup Alsaz bölgesinin de başkentidir. Noel’in de başkenti olduğu dile getirilen bu şehir, yıllar boyunca Fransa ile Almanya arasında gidip gelmiştir. Şehir merkezi bu nehir çevresinde inşa edilmiş ve birçok yol da araç trafiğine kapatılmış durumdadır. Şehir, 1988 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunmaktadır. Şehir çok küçük ve sevimlidir. Diğer nehir şehirleri gibi kanalları mevcut. Bu ise şehre ekstra bir güzellik getirmiştir. Ulaşım kolaydır zira istenilen yere yürüyerek gidilebilir. En uzak mesafeye 15 dakika içinde ulaşmak mümkündür.

 

     Bu şehrin yetiştirdiği devrimci Jean-Baptiste Kléber’in heykelinin bulunduğu Kleber Meydanı önemli bir meydandır. Bu meydanın güneyinde 30 metrelik bir çam ağacı bulunur. Şehrin geleneğine göre her yıl Noel’de bu ağaç süslenir ve altına da fakirler için hediyeler bırakılır. Meydanın çaprazında ünlü Galeries Lafayette giyim mağazası bulunur. Şehrin diğer önemli meydanı ise Johannes Gutenberg’in heykelinin bulunduğu Gutenberg Meydanıdır. Şehrin en büyük katedrali ise Strazburg Notre Dame Katedrali olup bu meydanın da yakınındadır. Bu katedralin üzerinde bulunan Astronomik saatin mimari bir harika olduğu söylenmektedir. Katedral gezinizi de tamamladıktan sonra, şu anda otel ve restaurant hizmeti veren Strazburg’un en eski binalarından Kammerzell Evini de ziyaret edebilirsiniz. Gotik mimarinin özgün yapıtlarından olan bu ev katedralin karşısında bulunmaktadır. Şehrin bir diğer meydanı ise Katedral Meydanıdır. Strazburg'un önemli yapıtlarından olan Rohan Sarayına giriş bu meydandan yapılmaktadır. Gelelim kanal gezimize. Strazburg kanallarını gezmek için Batorama isimli botlarla düzenlenen turlar bulunmaktadır. Bu tur sırasında 2 metrelik seviye havuzlarından geçiliyor. Turun Petite France denilen bölgesinden geçilirken gerçekten çok güzel manzaralara şahit olacaksınız. Orta Çağda değirmencilere ve balıkçılara ev sahipliği yapan bu ahşap evler bu semte çok otantik bir görünüm kazandırmıştır. Bu semtin gerçek atmosferinin duyumlayabilmek için mutlaka bir de gece görmek isteyebilirsiniz. Daha sonra görülecek olan Avrupa Parlamentosu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin olduğu bölüm ise bana göre görülse de olur görülmese de.

 

       Strazburg bir Üniversite kentidir. Üniversitesi uluslararası platformda tanınmıştır. Bu nedenle yabancı öğrencisi ve genç nüfusu oldukça fazla bir şehirdir. Bu nedenle müzeleri de bulunmaktadır. Alsaz müzesi bunların içinde en özgün olanıdır. Strazburg'u gezerken şehrin en ünlü yemeği olan incecik hamurun üzerine çeşitli malzemelerin konulduğu ve odun ateşinde fırınlandığı tart flambeyi denemelisiniz. Alsace bölgesinin lahmacunu olarak da tanımlayabileceğimiz tart flambe'yi tatmadan ülkenize dönmemelisiniz. Ama bizim yolculuğumuzun son merhalesi olan Basel şehrine gitmek için nehir gemimize gitmek zorundayız.

     Basel İsviçre'nin kuzeybatısında bulunan şirin ama ciddi bir sınır şehridir. Şehrin ortasından geçen Ren nehri şehri küçük ve büyük Basel olarak ikiye ayırmaktadır. Bu iki bölge beş köprü le birbirine bağlanmaktadır. Bunların içinden "Rheinbrücke" Ren köprüsü, 1244 yılında tamamlanmış olup tam ortalarında bulunmaktadır. Nehir gemilerinin Basel limanına yanaşmaları ancak nehir suyunun ve seviye havuzlarının durumuna göre belirlenmektedir. Buraya giriş imkanı bulunmadığı dönemlerde 15 km mesafedeki Kemba Basel köyüne yanaşılmaktadır.

    Basel’in ekonomisine baktığımızda, İsviçre ve dünya kimya endüstrisinin en etkin şirketlerinin burada bulunduğunu görmekteyiz. Roche, Novatris, Syngenta, Ciba, Chemicals, Clariant gibi önemli ilaç firmaları, ilaçlarını bu şehirde üretiyorlar. Ayrıca bankacılık sektörü de üst düzeydedir. Basel’de ilk dikkat çeken metalden yapılmış bir ejderha figürüdür. Ejderha heykelinin yakınında ise adını mimarından almış olan Tinguely Çeşmesi bulunuyor. Çeşmenin figürleri sanki su dansı yapar gibi. Cihazlar sürekli olarak hareket halinde ve oldukça ilginç bir görüntü sergiliyor. Buralası özellikle çocuklu ailelerin ilgisini çekiyor. Biraz yürüdüğümüzde kare şeklindeki bir meydanın içinde 12. yy’dan kalma ünlü Münster katedrali bulunuyor. Aslında bir Katolik katedrali olmasına rağmen, günümüzde bir Protestan kilisesi olarak kullanılıyor. Katedralin terasından nehrin karşı kıyısını çok net seyrediliyor. Şehrin iki yakası arasında çalışan kayıklar bulunuyor. Bunlar hem nehrin kuvvetli akıntısından yararlanmak hem de güvenlik amacıyla iki yaka arasına gerilmiş bir tele bağlı olarak gidip geliyorlar. Basel’de meydanlar, çok çabuk başka meydanlara ulaşıyor. Fischer platz’da bir meydan. Balıkçı meydanının ortasında tarihi bir çeşme bulunuyor. Ren nehrinin kenarına geldiğimizde Barfüsser platz'ın karmaşasına katılıyoruz. Bir sonraki hedefimiz ise, Markt platz yani Pazar Meydanı. Bu meydanı güzelleştiren ise kızıl renkli Belediye binası. Dikkat çekecek kadar koyu bir renkle boyanmış. Biraz yürüdüğümüzde ise Basel kapısına ulaşıyoruz. Kapıdan çıkıp sağa dönerseniz, Üniversitenin botanik bahçesini de gezebilirsiniz. Avrupa birliği üyesi olmayan İsviçre'de hayat oldukça pahallı. Hollanda, Almanya ve Fransa'dan sonra bunu çok net anlayabiliyorsunuz. Ucağınızın kalkış saatine göre yarım günlük bir vaktiniz kalırsa sizlere Colmar'ı ziyaret etmenizi öneririm. 

     Her güzel şey gibi bu güzel gezinin de bir sonu vardı ve işte o gün geldi çattı. Basel havaalanına gitmek üzere gemiden eşyalarımızı alıp ayrıldık. Bundan sonrası çektiğimiz resimler ve zihnimizdeki güzel hayaller olarak kalacaktı bizlere. Uçağımız İsviçre semalarında yükselirken, Mina Urgan'ın yazmış olduğu “Bir Dinazorun Gezileri” adlı kitabı takıldı aklıma. Bu kitabında Mina Urgan denizle, su ile yakın olma özlemini şu kelimelerle betimlemekteydi. “İşte ikinci düşüm, bu gemilere benzeyen bir şileple uzun bir yolculuğa çıkmaktı. Lüks bir oteli andıran büyük bir yolcu gemisiyle değil; üç dört yolcu alan küçük bir şileple. O koskoca transatlantiklerde, altı katlı bir apartmanın en üst katındaymış kadar uzaksınızdır denizden. Oysa küçük bir şilepte yakın bir ilişki kurarsınız sularla. Öyle yakın bir ilişki ki, suyun şıpırtısını duyarsınız, elinizi aşağıya sarkıtsanız, parmaklarınız ıslanacaktır neredeyse.”

 

       Başka bir gezimizde tekrar buluşmak dileğiyle şimdilik hoşçakalın. 

bottom of page