top of page

ÖLÜM  ACISI

Günler ağır.

Günler ölüm haberleriyle geliyor.

En güzel dünyaları

      yaktık ellerimizle

ve gözümüzde kaybettik ağlamayı :

bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp

       gözyaşlarımız gittiler

ve bundan dolayı

       biz unuttuk bağışlamayı...

Varılacak yere

       kan içinde varılacaktır.

Ve zafer

       artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar

       tırnakla sökülüp

       koparılacaktır...

 

      Adı Zafere Dair olan bu güzel şiir, 1941 yılının bir sonbahar günü ünlü şairimiz Nazım Hikmet tarafından yazılmıştır. Büyük usta, ileri görüşlü bir insandır. Ülkemizin gelecekte yaşayacaklarını daha o günlerde farkındadır. Cumhuriyet kurulmuştur lakin Atatürk’ün yaptığı devrimler istediği gibi oturtulamamıştır. Asırların kemikleştirdiği bazı unsurları kısa sürede değiştirmenin çok ta kolay olmadığının bilincindeyiz. İçilen bir ilaçla hastalığın geçirilmesi kadar kolay değil toplumsal hastalıklar. Lakin insanoğlunun fıtratında aceleciliğin dayanılmaz cazibesi de var. Baş ile gövde birbiriyle güzel bir uyum içindedir genellikle. Bu güzel uyum gelişmiş ülkelerin toplumlarında daha sık görülür. Sağlıklı gelişmemiş toplumlarda ise bu olguya rastlamak pek olası değildir. Ülkemizdeki vatandaş ile devlet arasındaki ilişkiler de bu nedenle sağlıklı bir yörüngeye oturtulamamıştır. Bu eksiklik sadece vatandaş ile devlet arasında kalmamış, insanların kendi aralarındaki ilişkilerde de şiddet, vurdumduymazlık ve acımasızlık şeklinde ön plana çıkmıştır. Toplumsal ilişkilerimizde ilkellik her zaman için baskın unsur olarak ortaya çıkmıştır.              

      Yazıyı fazla dağıtmadan ölüm konumuza dönelim. Nazım’ın şiiri ile başladığımız için 1948 yılının soğuk bir kış günü öldürülen, onun can arkadaşı Sabahattin Ali ile başlıyorum yazıma. Cinayetin işleniş şekli nasıl olursa olsun, Sabahattin Ali'nin bir komploya kurban gittiği kuşkusuz kötü bir gerçek. Arkadaşı Rasih Nuri İleri, Sabahattin Ali'nin konuşmadığı ve arkadaşlarını ele vermediği için işkence masasında öldüğünü söylemiştir yıllar boyunca. 1970 yılına geldiğimizde sol görüşlü olduğu için öldürülen Dr. Necdet Güçlü cinayeti ile perde açılıyor. Bu menfur olayın failleri arasında sonraki yıllarda Bakanlık yapacak bir şahsın bulunması ise benim aklıma sığmıyor. Ülkede yeni bir dönem başlıyordu artık. Bu dönemde akan kan ve alınan canların sorumluları ise şüphe götürmeyecek kadar belliydi. 1973 yılının ilk ayında Los Angeles Baş Konsolosu Mehmet Baydur ve Konsolos Bahattin Demir’in katledilmeleri ile açıldı perde. Gurgen Yanikyan isimli bir Ermeni, Abdülhamit'e ait bir tabloyu Türkiye'ye armağan etmek istediğini bildirerek, Baydar ve Demir'i Santa Barbara'daki Baltimore Oteline davet eder. Konukların odasına gelmesi üzerine Yanikyan, iki Türk diplomatını silahıyla vurup öldürür. 1975 yılının Ekim ayı geldiğinde önce Viyana’da Büyükelçi Daniş Tunalıgil daha sonra da Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve şoförü, Ermeni teröristler tarafından katledilir.  1976 yılında ise Beyrut Büyükelçiliği Başkatibi Oktar Cirit katledildi. 1977 yılında, Vatikan Büyükelçisi Taha Carım öldürüldü. 1978 yılında düzenlenen Madrid suikastında Büyükelçinin eşi Necla Kuneralp, emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve Makam Şoförü hayatlarını kaybetti. Büyükelçi Zeki Kuneralp arabada olmadığı için katliamdan tesadüfen kurtuldu. 1978 yılı bu konuda çok üzüntülü bir yıl oldu. Hamido lakabıyla tanınan politikacı ve eski Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, kendisine posta yoluyla gönderilen bombalı bir paketin patlaması sonucu, gelini ve iki torunuyla birlikte hayatını kaybetti. Aynı yıl içinde Savcı Doğan Öz ve Bedri Karafakioğlu, Bedrettin Cömert, Necdet Bulut isimlerindeki üç akademisyenimiz katledildi. 19 Aralık 1978’de Maraş katliamı yaşandı. Ülkücülerin yönlendirdiği kitleler daha önceden tespit edilen evlere saldırıya geçti. 26 Aralık 1978'e kadar devam eden saldırılar sonunda çoğu Alevi, resmi rakamlara göre 105, gayri resmi kaynaklara göre 150 vatandaşımız katledildi. 1979’a gelindiğinde yılın ilk kurbanı ünlü gazeteci Abdi İpekçi oldu. Katil zanlısı Mehmet Ali Ağaca yakalandı ama birilerinin yardımı ile hapisten kaçırıldı. Bu olaydan sonra ülkücü gazeteci İlhan Egemen Darendelioğlu, dönemin Adana İl Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul ve akademisyen Ümit Doğanay öldürüldüler. Yurtdışında ise Lahey Büyükelçimizin oğlu Ahmet Benler ile Paris Büyükelçiliğimiz Müşaviri Yılmaz Çolpan katledildiler. 1980 yılında, eski Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak öldürüldü. MHP’li Gün Sazak’ın öldürülmesini bahane eden provokatörler, 1980 yılının 8 Mayıs günü Çorum’un en işlek caddelerinde başlattıkları terör olaylarını, Alevilerin yoğun yaşadığı bölgeye taşıdılar. Olaylar belli aralıklarla 5 Temmuz 1980′ye kadar devam etti. Çorum’da çıkan bu olayların sonunda, resmî kayıtlara göre 57 yurttaşımız hayatını kaybetti. Arkasından eski Başbakan Nihat Erim ve eski DİSK genel başkanı, sendikacı Kemal Türkler cinayetleri işlendi. Aynı yıl yurtdışında, Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip Özmen ve kızı Neslihan Özmen, daha sonra Sydney Başkonsolosu Şarık Arıyak ile Koruma görevlisi Engin Sever öldürüldüler. 1981 yılında, Paris Büyükelçiliği Müşaviri Reşat Moralı ile Din Görevlisi Tecelli Arı, Cenevre Başkonsolosluğu Sekreteri Mehmet Savaş Yergüz ve Paris Başkonsolosluğu Koruma Görevlisi Cemal Özen katledildiler. 1982 yılında, Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan, Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz, Lizbon Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut Akbay ile eşi Nadide Akbay, Ottawa Büyükelçiliği Askeri Ataşesi Atilla Altıkat ve Burgaz Başkonsolosluğu İdari Ataşesi Bora Süelkan öldürüldüler. 1983 yılında, Belgrad Büyükelçisi Galip Balkar, Bürüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun Aksoy ile Lizbon Büyükelçiliği Maslahatgüzarının eşi Cahide Mıhçıoğlu ile Portekizli bir polis katledildiler. 1984 yılında Tahran Büyükelçiliğine yapılan bir saldırıda sekreterin eşi Işık Yönder, Viyana Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri Vekili Erdoğan Özen, Birleşmiş Milletler Viyana Bürosundaki Türk Görevli Evner Ergun öldürüldüler. 1990 yılında Akademisyen Muammer Aksoy ile başlayan suikastlar, Gazeteci Çetin Emeç, MİT’in üst düzey grevlilerinden Bay Pipo diye tanınan Hiram Abbas, eski müftü ve yazar Turan Dursun, Türkiye’nin ilahiyatçı ilk kadın Akademisyeni Bahriye Üçok ve eski MİT görevlisi Ferdi Tamer cinayetleri ile sonlandı. 1991 yılında Adnan Ersöz ve Hulusi Sayın Paşalar katledilirken bu kervana siyasetçi Vedat Aydın da katıldı. Aynı sene içinde Atina Büyükelçiliği Basın Ataşe Yardımcısı Çetin Görgü de öldürüldü. 1992 yılındaki ilk hedef, Emekli Oramiral Kemal Kayacan oldu. Kayacan, on sekiz yıl önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli olmuştu. Aynı yıl Kürt yazar ve şair Musa Anter de katledildi. Zaman 24 Ocak 1993, mekân ise Ankara Karlı sokak. Sokağın ismi gibi karlı bir pazar günü, hasta ziyaretine gitmek için evinden çıkan Uğur Mumcu, arabasına konulan bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. Eşi Güldal Mumcu yazmış olduğu “İçimden Geçen Zaman” isimli kitabında katilin direkt ismini veremiyor fakat katilin somut tarifi ile net olarak eşkalini veriyordu. Ülkemizin sakıncalı piyadesi Mumcu cinayetinin siyasi önemi vardır. Türk siyasetinde bir kırılma noktası oluşturmuştur. O güne kadar mevcut sol, sosyal demokrat bir çizgide ilerlerken, menfur olaydan sonra eski yoluna ve tarzına dönerek, daha statükocu bir konuma yönelmiştir. Bizleri üzen hususlardan ilki gazetesinin ona yeterli desteği vermemiş olmasıdır. İkincisi ise cinayetin ardından yapılan savcılık soruşturulmasında gerekli özenin gösterilmemesidir. On gün sonra, 5 Şubat tarihinde bu kez Adnan Kahveci, eşi ve iki çocuğu ile birlikte İstanbul’a gelirken, Bolu-Gerede yakınlarında otobanda ters yola girerek sözde bir trafik kazasında eşi ile birlikte hayatlarını kaybettiler. Bu olayda da trafik tabelasının yerinin değiştirildiği iddia edildi. Zekâsı ve ürettiği yeni fikirlerle Türk siyasi tarihinin dahi çocuğu olarak nitelenen Adnan Kahveci’nin de bilinçli bir şekilde önü kesilmiş oldu. Durun, kanlı olaylar henüz bitmedi. Bu kez sıra 32. Jandarma Genel Komutanı olan Eşref Bitlis Paşa’ya geldi. Paşa, Kuzey Irak'ta konuşlanan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye'den ayrılması gerektiğini ve ABD'nin Kuzey Irak'ta oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti'nin Türkiye'nin zararına olduğunu söyleyerek boyundan büyük işlere kalkmış ve bu nedenle ABD. Büyükelçiliği tarafından hükümete şikâyet edilmişti.  Yani BOP’un tekerine çomak sokmuştu. 17 Şubat sabahı hareket eden uçağın düşmesi sonucu Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, Bitlis'in emir subayı Albay Fahir Işık, 1.Pilot Kurmay Binbaşı Yaşar Erian, 2.Pilot Kurmay Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve uçuş teknisyeni Astsubay Kıdemli Başçavuş Emin Öner şehit oldular. Durun daha bitmedi, Bitlis ekibinde yer alan diğer subaylar da şaibeli kazalar sonucunda hayatlarını kaybettiler. Bitlis Paşanın ekibinden geriye canlı hiçbir subay bırakılmadı. Yılın en önemli olayı ise Turgut Özal’ın beklenmeyen ölümü oldu. Bu olayın arkasındaki sır perdesi onlarca yıl sonra dahi kalkmadı. Aynı yıl içinde Bağdat Büyükelçiliği İdari Ataşesi Çağlar Yüksel katledildi. Zincirin halkaları sıklaşıyordu. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli, Radikal İslamcılar tarafından yakıldı. Bunun sonucunda çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı, yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybettiler. Şenliklere Aziz Nesin'in katılması dahi eylemin hazırlayıcı sebebi olarak gösterildi. Bu katliamda ölenlerin en yaşlısı 66, en genci 12 yaşındaydı. Sivas olayından üç gün sonra Başbağlar köyünü basan PKK, 33 köylü vatandaşımızı katletti. Bir süre sonra Kürt asıllı Milletvekili Mehmet Sincar öldürüldü. Ekim ayında öldürülen ise Bahtiyar Aydın Paşa oldu. Kasım ayında ise Jitemin kilit ismi Cem Ersever öldürüldü. 1994 yılına gelindiğinde terör olayları Albay Kazım Çillioğlu cinayeti ile başladı. Arkasından Atina Büyükelçiliği İkinci Müsteşarı Ömer Haluk Sipahioğlu öldürüldü. Provokatörler bu kez İstanbul’un Gazi Mahallesi'nde ortaya çıktı. 12 Mart 1995 tarihinde, Alevi vatandaşlarımızı gittiği bir kahvehaneye silahlı saldırı yapıldı. Bunun sonucunda başlayan şiddet olayları, şehrin diğer bölgelerine de yayıldı. Üç gün süren olaylarda 22 vatandaşımız hayatını kaybetti. Bu kez piyango Ahmet Taner Kışlalı’ya çıktı. 21 Ekim 1999 tarihinde eski kültür bakanı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, arabasına konan bomba ile öldürüldü. Bilinen ise Akit gazetesi suikasttan önce onun hakkında bir haber yaptığı ve Kışlalı’nın üzerine çarpı atılmış fotoğrafını manşetten vererek hedef göstermesiydi. 24 Ocak 2001 tarihinde Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan suikast sonucu öldürüldü. Gaffar Okkan görev süresi boyunca özellikle Hizbullah silahlı örgütüne karşı birçok başarılı operasyona imza atmıştı. Okkan o dönem birçok faili meçhul cinayetin çözümünde de kilit rol oynamış ve birilerini fazla kızdırmıştı. Yıl 2002’ye geldiğinde bu kez sırada Akademisyen Necip Hablemitoğlu vardı. 18 Aralık 2002 tarihinde, soğuk bir Çarşamba gecesi evinin önünde faili meçhul bir suikast sonucu hayatını yitirdi. Cinayet profesyonelce, çok kısıtlı iz ve delil bırakılarak işlenmişti. Uzmanlara göre tetikçi çok yakın mesafeden (10-15 cm) ateş açarak Hablemitoğlu’nu öldürmüştü. Bu durum suikastı gerçekleştiren kişi veya kişilerin çok profesyonel ve soğukkanlı olduklarını gösteriyordu. Suikastçı onu yüz yüze ve de gözünden vurmuştu. O, bakmaması, okumaması gerekenleri okumuş ve görmüştü. Katiller olay yerine bu şekilde mesaj bırakıyordu. Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin önünde uğradığı silahlı saldırı neticesinde hayatını kaybetti. Türkiyeli Ermeni bir yazar olan Hrant’ın, devlet politikasının dışında düşündüğü ve bu düşündüklerini ifade ettiği için öldürüldüğü söylendi. Geride bıraktığı tabanı delik pabuçları ise onu insanların gönlünde yaşattı. 2009 yılının şubat ayında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Altın Üstün Cesaret ve Feragat madalya sahibi Behçet Oktay öldürüldü. 25 Mart 2009 tarihinde, Kahramanmaraş’tan Yozgat-Yerköy’e hareket eden helikopterde Muhsin Yazıcıoğlu da bulunuyordu. Helikopter bilinmeyen bir sebepten dolayı düştü. Helikopter düştükten sonra İHA muhabiri İsmail Güneş, 112 Acil Servisi aradı. Kazadan 48 saat sonra helikopterin enkazı ve Muhsin Yazıcıoğlu dâhil 6 kişinin naaşı, Keş Dağı Kuru Dere Kanlıçukur mevkiinde bulundu. Enkaz, 48 saat süren arama çalışmalarının yapıldığı bölgede değil 115 km uzağında bulunmuştu. Helikopter de GPS cihazı bulunuyordu. Kaza Soruşturma Kurulu helikoptere ulaştığında GPS cihazının yerinde olduğunu tespit etmişti fakat bu cihaz sonra kuş olup uçup gitmişti. Bu arada adını hatırlayamadığım daha niceleri. Bu insanların müşterek özellikleri vardı. Hepsi bir gün öldürüleceklerini biliyor veya tahmin ediyorlardı. Buna karşılık hiçbiri ölmeye kendi isteği ile gitmedi. Özellikle yaşamlarını kalemlerinden kazananların hiçbiri doğruları yazmaktan son ana kadar korkmadılar, çekinmediler ve ölümden kaçmadılar. Bu cinayetlerin sorumluları kimdi? Ayrılıkçı ve isimleri herkes tarafından bilinen örgütlerdi. Devletin sorumluluğu ise öncelikle bu masum insanları koruyamamasıydı. Vatandaşını koruyamayan, katillerini yakalayamayan, yakaladıklarına ise gerekli cezayı veremeyen devletin sorumluluğu oldukça büyüktü.

      İnsanoğlu yazmaktan yorulurken birileri maalesef öldürmekten yorulmadı. Bu olaylarda yüzlerce vatandaşımız hayatını kaybetti. Her giden canın eşi, çocukları, anaları, babaları kardeşleri ve onları seven dostları vardı. Bu insanlar mekanlarını değiştirirken arkalarında binlerce sevenlerini üzüntüye gark edip geride bırakıp gittiler. Hayata her canlının bir sonu vardır, biz buna ilahi taktir diyoruz. Ölümlere insan eli karıştığında ise aynı hissiyatı paylaşamıyoruz. Geride kalanların bazıları metin olabilir, bu zor günlere daha kolay göğüs gerebilir. Ancak bir kısmı için bunu yapabilmek zor. İnsan hayatının bu kadar değersiz olduğunu düşünmek dahi tiksinti veriyor insan olana. Arkada kalanlara bunu anlatmak gerçekten çok zor zira ateş düştüğü yeri yakar. Yakınınızın ölüm haberini aldığınızda önce inanamazsınız, belki de kötü bir şaka diye düşünürsünüz. Gerçeği öğrendiğinizde, çaresizlikten yapabileceğiniz tek şey gözyaşlarına sığınıp bu acıyı kabullenmek zorundasınız. Aslında doyasıya ağlayabilmek dahi önemli bir meseledir içinde bulunduğunuz ortamda. Çünkü çoğumuz ağıt yakma geleneğinde yetişmedik ne de olsa.

 

Nasıl etmeli de ağlayabilmeli

Farkına bile varmadan?

Nasıl etmeli de ağlayabilmeli

          ayıpsız,

                   aşikare,

                         yağmur misali. 

 

      Dizeleri ile anlatmış bizlere Nazım Hikmet, ağlamayı. Bazıları kolay ağlar, bazıları zor ağlar, ama her insan sonunda ağlar. Ağlamak insanların merhametinden ileri gelir. Ağlamak günah ve ayıp değildir. Bağırıp çağırıp isyan etmek ise hem ayıp hem de günahtır bizim inancımızda. İnsanlar yaşam boyu yüz litreye yakın su akıtırlarmış o minicik göz deliklerinden. Duygularımızın inişi ve çıkışıyla beslenirmiş bizim gözyaşlarımız. Bedenimiz ve ruhumuz bu sulu temizliğe niçin ihtiyaç duyar kim bilir? Vardır muhakkak ki bir güzel hikmeti. Uzun bir ağlamanın ardından durumlarında hiçbir değişiklik olmamış insanlar dahi kendilerini daha rahatlamış hisseder genellikle. Rahatlamak için mi ağlarız? Yoksa ağladığımız için mi rahatlarız? Bu sorunun cevabını bulmak zor. İnsanları ağlamaya yönelten pek çok olay var yaşadığımız dünyada. Hatta mutluluk gibi sevindirici olaylarda bile sevinç gözyaşları dökebiliriz. Bu arada soğan doğrarken dökülen gözyaşlarını da sakın unutma. Buna karşılık genellikle kötü ve acı olaylar yatar dökülen gözyaşlarının ardında. Bunların içinde de en kötüsü hiç kuşkusuz ölüm acısı gelir. Sonra ağlamak sadece insanlara mahsus da değildir. Dinimize göre, sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, müminin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar da ağlar. Mesela timsahlar da bir güzel ağlamasını bilir. “Timsah gözyaşları” deyimi de aslında bu gerçekten gelir. Fransız filozof Descartes, ağlayabilen insanların sevme ve merhamet etme becerisine sahip olduklarını söylemiş yıllar önce. Ama bana göre bu görüş pek de doğru bir yaklaşım değil.  O zaman ağlayamayan insanın içi nefret ve korkuyla dolması gerekir. Ağladığımızda çevremizin ilgisini çektiğimiz ise su götürmez bir olgu ancak ağlamak, savunmasız olduğumuzu da gösterir kötülük yapanlara. Mağrur ve dik durmak yaraşır bu tür ölümlerin ardında. Bazları ise gösterişi sevdikleri için ağlamayı da herkesin yanında rahatlıkla becerir. Buna karşılık kimisi gözyaşlarını içine gönderir.

     Ölüm acısını hisseden insanların içinde bulundukları ruh halini anlayıp ona göre davranmak gerek. En yakınları dahi onların psikolojilerini anlamadan kendi istedikleri gibi davranmalarını bekler. Herkesin tepkisinin farklı olabileceğini çoğu insan düşünemez. Aslında tepkisizlik beklemek büyük bir insafsızlık olur onlara. Sevdiği bir insanın, artık hayatta olmayacağı gerçeğine alışmak zor olsa da geçen süre ve yaşanan olaylar, kişinin direncini ister istemez artırır. Yukarıda tek tek isimlerini saydığımız şehitlerimizin geride bıraktıkları pek çok sevdikleri vardır. Ki bu insanlarımız toplumun en üst seviyedeki bireyleri. Yarısına yakını diplomat ağırlıklı. Bu insanlarımız Ermeni terörü yüzünden kaybettiler ömürlerini. Bazıları kısa da olsa hatırlandı ama çoğunluğunun anıları mazinin derinliklerine gömülü kaldı. Biz toplum olarak veremedik onlara vermemiz gereken değerleri. Bir park yapıp büstlerini dahi dikemedik onca şehidimizin. Yapılması çok mu zordu acaba? Zannetmiyorum, olsa olsa bu konuları düşünen olmadığı için yapılamadı. Ya diğerleri, bir kısmı asker bir kısmı da önemli siyasetçi, diğerleri ise gazetecilerle yüksek okul öğretmenleri yani bir gurup vatansever akademisyendi. Üstelik hepsi de donanımlı insanlar. Bu insanlarımızdan da çok şey esirgedi toplumumuz. Senede bir gün üç beş kişinin mezarına gitmesi ile ödenemez onlara olan borcumuz. Halbuki bugün dönüp geriye baktığımızda onların yıllar önce yazıp söylediklerinin teker teker doğrulandığını görüyor gözlerimiz. İsmet Paşa’nın güzel bir deyişi vardır. Bir memlekette, namuslular namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette Kurtuluş yoktur. Bu nedenle bizim üstümüze vazife değil diyerek olaylara yan çizerek bakmanın ve cesurca eyleme geçmemenin faturasının bugün çok ağır olacağı besbelli. O insanlar üstlerine vazife olmayan konulara da bulaştı ve bunun ceremesini hayatları ile ödediler. Bu da yetmedi tüm sevdiklerini yalnız bırakarak onlara da bir bedel ödetti. Bugün haklı oldukları kim bilir kaç kez test edildi. Buna karşılık eski tas eski hamam, sistem hala değişmedi.

 

Yaşarsın karıcığım,

kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;

yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,

en fazla bir yıl sürer

yirminci asırlarda

ölüm acısı.

 

     Dizeleriyle betimlemiş Nazım Hikmet ölüm acısını. Halbuki hepsi bir mi? Alışanı var, alışamayanı. Geride kalanlar hepsi farklı yapıda insanlar. Bazılarının kalbi bir yanardağ misali, patladı patlayacak bir volkan gibi. Buna karşılık bazılarının ki soğuk mu soğuk, sanki bir buzdağının parçası. İnsanlar bu gerçekle yüz yüze gelmedikçe pek anlamazlar anlatmak istediklerimi. İnsanlar yaşam boyunca muhtelif acılara maruz kalır ancak acıların içinde en acısı ve kalıcısı muhakkak ki ölüm acısı. Ölüm acısı diğerlerine hiç benzemez, ne yazık ki ilacı da bulunmamıştır henüz. Bazıları kırk gün yas tutar bana mısın demez, bazıları kendince hesaplaşır yıllarca, bir başkası düşünür durur ömür boyunca, kimisi ise işi deliliğe vurur. Hangisinin acısı daha fazla kimse bilemez bunu asla. Herkesin iç sesini ortaya döktüğü bir ortamda bazılarının derin sessizliği görülür. Bu insanlara acıma dolu bakışlar atar kimileri. Yaşamınıza müdahale etmeye kalkan, yaşananlardan korkup ilişkiyi kesenlerde dahi çıkar o dost saydıklarınızın arasından. Bazı densizler üzerinize gelerek soru sorar, ne düşünüyorsun bu konuda? Kimse sizi sessizliğe bırakıp anlamaya yanaşmaz, onlara göre hep deşmek gereklidir. Halbuki dost dediğin canını yakmaz arkadaşının. Kendinize neden bu dünyaya katlanmak zorundayım? Sorusunu sordurduğunuz anda yanlış yola girdiğini sakın unutma. Biliyorsun intihar denilen şey bu tür düşünmeyle girer insanların aklına. Dostu, senin her an yanında olan da değil ihtiyacın olduğunda seni yalnız bırakmayan da ara. Bu nedenle çok arkadaşın olabilir, özellikle sanal alemde ama sen sakın onların hepsini dost sanma. Zamanında elenirler nasıl olsa. Bu arada gerçek dostlara da çok iş düşebilir. Yas tutan bir arkadaşınıza veya yakınınıza yardımcı olmanın birçok yolu yordamı vardır. Atılacak ilk adım, o kişiye sizin kendisi ile ilgilendiğinizi münasip bir şekilde bildirmektir. Onu rahatsız etmekten çekinerek kendisine yardım elinizi uzatmaktan asla vazgeçmeyin. O, sizin desteğinize her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyabilir. Yas tutmanın doğru veya yanlış diye niteleyebileceğimiz bir yöntemi de yoktur. Çünkü herkesin iç dünyası birbirinden farklıdır, bu nedenle yas tutanın özeline girmeyin. Yas tutma biçimi ve süresi, kaybedilen kişiyle duygusal yakınlığın derecesine, kişilik özelliklerine, kültürel değer yargılarına bağlı olarak farklılık gösterebilir. Bu nedenle onu yargılamayın, onun davranışlarını kişisel olarak algılamayın. Kederli arkadaşınız, duygularını yargılanma, tartışma yaratma veya tenkit edilme korkusu olmadan ifade edebildiği ölçüde ona yardımınız dokunur. Sabırlı olun. Ölüm hikayesini tekrar tekrar anlatmak, ölümü irdelemenin ve onu kabullenmenin bir yolu da olabilir. En önemlisi iyi bir dinleyici olmaya özen gösterin. Zaman iyi bir ilaç olmayabilir belki ama insanlara sabırlı olmayı öğretir. Bana göre zamanın en önemli hizmeti, çaresiz kalan insana baston olma görevidir. Sevdiğini kaybeden, onun artık hayatta olmayacağı gerçeğine alışmak zorundadır. Bu zor dönemde geçen her süre ve yaşadığınız olaylar, sizin direncinizi bir nebze de olsa artıracaktır. Bizim gibi toplumlarda bu tür istenmeyen olaylarda hayatını kaybedenler genellikle hep erkekler olmuştur. Yani sona kalan dona kalır misali kadınlar arkada kalmıştır. Hele birkaç ta çocuk kalmışsa geride, gerçekten de ağır olur artçı kadının görevi. Çocuklarla yapılacak meşguliyet, belki de kanayan yarayı daha kolay sarmaya yarar ama eskiyi tekrar yaşamak geride kalanlara gerçekten zor olacak. Kısa bir süre sonra çevrenizdeki insanlar rutin hayatlarını yaşamaya döner. Sizin için bu süre hiçbir zaman için kısa olamaz zira siz kaybettiğiniz o insanla uzun süre belki de ömür boyu yaşamaya devam edersiniz. Özlemin acısı azalmaz, sivri ucu biraz körelir ama o nispetle de ağırlaşır yani onu yüreğinizde taşımak giderek zorlaşır. Giden arkasında maddi ve manevi birçok hatıra ve anı bırakır. Kalanın bunları hayatından silip atabilmesi mümkün mü? Bu durumda insanın yaşadığı acı sadece geçmişte yaşadıkları ile ilgili kalmaz, aynı zamanda gelecekle ilgili hayallerini yitirdiği için onları da kapsar. O güne kadar kendileri ve çocukları hakkında birlikte alınan kararlar artık kapalı kapılar ve boş duvarlara bakarak tek başına alma yükümlülüğünü de yükler geride kalanın omuzlarına. Çocukların hastalığı dahil her türlü yaşam mücadelesinde tek başına mücadele edebilmek için her yönden kuvvetli olmalısınız. Ayrıca çocuklarınıza kaybettiğiniz insanın yokluğunu hissettirmemek gerek. Yavrularınızın kin, intikam ve nefret gibi kötü duygulardan da uzak tutulması gerektiğini unutmamanız gerek. Siz bunları düşünüp uygularken çevrenizdeki “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesindeki insanlara da kızacaksınız ama bu kızgınlığınızı kimselere belli etmemeğe de çalışacaksın. Siz, toplumda birilerinin ellerini taşın altına sokması gerektiği bilincine ermişsiniz. Onsuz kalmanın özlemi dahi bunun tersini söyletmemeli size. Biliyorsun ki o sözü söylediğiniz anda sevdiğinizi kendi ellerinizle öldüreceksiniz. Bütün bu yaşadıklarının sorumlusunu da boş yere arama. Baktığı pencereden olayları bu derece birbirinin zıttı görebilen bir toplum haline nasıl, ne zaman ve kimin tarafından getirildiğimizin cevabını ara. Aslında bunu dahi aramana gerek yok. Öldürülen insanların yazmış oldukları kitaplara bir göz atman dahi sorumluyu bulmana yeterli olur unutma. O cesur insanlar boş yere ölmediler, bizleri uyarmak istediler. O kahraman insanlar, onların yazdıklarından korkan, korkak insanlar tarafından öldürüldüler.

bottom of page