top of page

     Latin Amerika toprakları, emperyalist ülkelerin yönlendirme ve müdahaleleriyle gerçekleşen askeri darbeler ve diktatörlüklere rağmen devrimci geleneklerin gelişmiş olduğu bir bölgedir. Latin Amerika, tanımlanması zor bir bölgedir. Latin Amerika terimi, yanlışlıkla Güney Amerika kıtasındaki ülkeleri toplu ifade etmek için kullanılır. Bu tanımlamayla ilgili sorun, Meksika’yı dışlamasıdır. Coğrafi olarak Kuzey Amerika’da olmasına rağmen; Meksika’nın, Brezilya ve Kolombiya gibi diğer Güney Amerika ülkeleri ile kültürel ve dilsel yakınlığı Latin Amerika ülkeleri ailesine katar. Bu ailenin bireyleri rahatlarına düşkün, eğlenceli ve konuşkan insanlardır. Bu yüzden en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm kahvehanelerinde Latin Amerika’ya özgü inanılmaz hikâye ve efsaneler anlatılır. Bu anlatıları dinleyerek yetişen yazarlar da dünyanın diğer bölgelerindeki meslektaşlarından farklı yetişmiştir. Yazdıkları roman ve hikâyeler okuru asla konunun dışında bırakmaz. Çünkü bu edebiyat sorgulayıcıdır. Yazılan metinler okuru sarıp sarmalar, konunun labirentlerine sürüklemesini iyi bilir. Bu çalışmalar sonucunda sıra dışı olaylar, sıradan hale getirilir. Sonunda efsanelerle zenginleştirilmiş büyülü gerçekçilik yazılım tekniği denilen yeni bir akım ortaya çıkmış. Gerçek hayattan alınan imgeler, gizemli ve büyülü bir evrenin içinde okura yeni bir yorum getirir. Latin Amerika edebiyatı okuru düşündürür. Oysa Latin Amerika, tüm dünyanın gözünde fantastik bir evren olarak hayal edilir olmuş. Çünkü bu toplumların DNA’larında müzik, dans ve renkler çok bol bulunur. Sonunda bu bölgede yaşayanlar kıpır kıpır ve çok canlı insanlar olur. Gerçekten de Latin Amerika topraklarında her ülkenin kendine özgü karnavalları vardır. Brezilya'nın sambası, Arjantin'in tangosu, Küba'nın rumbası, Meksika'nın mambosu işte bu karnavalların sonucu dünyaya yayılmış. Doğal olarak Latin edebiyatı da bu hareketlilikten üzerine düşen payı almış. Oysa aslında olaylar hiç de bizim düşündüğümüz gibi değilmiş. Topraklarının zenginliği yüzünden asırlarca yağmaya ve saldırıya maruz kalmış. Sonunda   Latin Amerika’nın  hikâyesi, öfkenin, isyanın ve acının özeti olmuş.  Altın, elmas, kalay, gümüş gibi doğal kaynakların yanı sıra kakao, şekerkamışı, muz, pamuk gibi tarım ürünlerinin yetiştiği bereketli topraklar başka ülkeler tarafından asırlarca talan edilmiş. Aztek, Maya ve İnka Medeniyetleri de hak ile yeksan olmuş. Eğlenmeyi bilen halk kitleleri de köle gibi kullanılarak giderek yoksullaştırılmış. Latin Amerika halkları; şiddet, sömürü ve vahşetin en büyüğünü yaşamış. Yaşananlar ise edebiyatının malzemesi olmuş.

        Benim Latin Amerika edebiyatı ile tanışmam Vasconcelos’un, “Şeker Portakalı” isimli kitabı ile oldu. Roman kahramanı küçük Zeze’nin serüvenlerini okurken kimi zaman gülümsedim kimi zaman hüzünlendim ama okuduğum kitap, sonunda unutulmaz güzellikte anılar bıraktı yüreğimde. Daha sonraki günlerimde Zeze’nin yeniyetmelik ve delikanlılık dönemlerini anlatan “Güneşi Uyandıralım” ve “Delifişek” isimli romanlarını da bir solukta okuyuverdim. Romanın küçük kahramanıyla sıcak bir gönül bağı oluşmuştu. Yazarın ilk kitabı olan, “Yaban Muzu” adlı eserinde elmas madenlerinde elmas arayan insanların olağanüstü serüvenlerine ruhumla da katıldım. Acıma nedir bilmeyen adamların öykülerini gözlerim yaşararak okudum. Kitabı bitirdiğimde üzgün ve yorgun bir şekilde dönebildim yaşadığım gerçek dünyaya. Uzun süre başka Latin Amerikalı yazarla tanışmak kısmet olmadı onca iş güç arasında. Günün birinde kızımın hediye ettiği “Simyacı” isimli kitabı okurken eski yaram yeniden depreşiverdi. Kitabı okurken İspanya'dan, Mısır piramitlerine kadar uzanan yolculuğunda Endülüslü çoban Santiago’ya eşlik ettim. Okuduklarım, mutluluğun bize çok uzak gibi görünse de aslında çok yakınımızda, belki de elimizin altında olabileceği gerçeğini öğretti bana. Böylece Paulo Chello’yu daha yakından tanımak istedim. Bir süre sonra  yazarın, “Piedra ırmağının kıyısında oturdum, ağladım” romanında sonsuzluğa ulaşan gerçeküstü bir aşk hikâyesine tanık oldum. Yalnızca içinde bulunduğumuz anı yaşamayı, devamlı geçmişi anımsamanın ancak yaşlılara özgü bir davranış biçimi olduğunun da bu günlerde ayırdına varabildim. Daha sonraları okuduğum “Haç” isimli kitabında, Pirene'lerden Santiago de Composte'laya kadar uzanan 700 kilometrelik  yolculuğun heyecan dolu serüvenine onlarla birlikte katıldım. Felsefesindeki insan sevgisini iyi bir şekilde betimlediğini ve yazdığı bazı kitapların ilham kaynağı olarak bu yolculuktan esinlendiği için yapıtları arasında bu kitabın özel bir anlamı olduğunu keşfettim. “Brida” ve “Zahir” isimli kitaplarında ise aşkı ve tutkuyu sarsılarak yaşadım. "Akra’da Bulunan Elyazması" kitabında insan yaşamını etkileyen değerlerin sorgulanmasını,  "Şeytan ve Genç Kadın" isimli romanında ise insanların değer yargılarının ne kadar kolay sarsılabileceğini öğrendim. Daha sonraları Kolombiya'lı bir yazarın eserlerinin Türkçeye çevrildiğini öğrendim. Merak beni Marquez’e götürdü. Yazarın “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli kitabında, yazarın ailesiyle tanıştım. “Albay’a mektup yok” ta emekli bir albayın trajikomik hikâyesini,  “Kırmızı Pazartesi” isimli kitabında, herkesin bile bile lades diyerek seyrettiği hüzünlü bir cinayet öyküsünü, “Başkan Babamızın sonbaharı” kitabında, ölmekte olup son günlerini yaşayan bir diktatörün hayat hikâyesi ile karşılaştım. “Şili’de gizlice” romanında, Pinochet rejiminde Şili’de yaşanan acımasız hayatın gerçekleri ile yüzleştim. "Labirentindeki General" isimli kitabında kurtarıcı diye bilinen Simon Bolivar'ın, Magdalena Irmağı üzerinde yaptığı uzun ve son yolculuğunu öğrendim. "Şer Saati" isimli romanında ise Latin Amerika'nın bilinmeyen bir ülkesinin bilinmeyen bir kasabasında gelişen diktatörlük serüvenini Aziz Nesin'i anımsatan üslup kullanmış. "Benim Hüzünlü Orospularım" isimli romanının kahramanı, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden birlikte olmamış yaşlı bir gazetecinin yalnızlığını anlatmış. “Mavi Köpeğin Gözleri” isimli kitabında, yazarın öykücülük yanı ile tanıştım. Öykülerin, kullanılan sözcükler içinde saklandığını anladım. Sözcüklerin iyi kullanıldığı takdirde taklit edilemeyeceğini fark ettim. Yazarın “Anlatmak İçin Yaşamak” isimli kitabında, hayatın insanların sadece yaşadığı bir hayat olmadığını, gerçek olanın onun hatırladığı ve anlatmak için ne şekilde hatırlandığı olduğunun bilincine vardım. "Doğu Avrupa'da Yolculuk" isimli kitabı ise edebi kimliği olmadan yazılmış bir gezi güncesiydi. Kitabın önemli yanı, yazarın yaşadığı hayal kırıklığıydı. Bu eserleri okuduğumda Marquez’in büyülü anlatımıyla Latin Amerika edebiyatına daha da sıkı sarıldım.

       Bir süre kendimi nadasa aldım. Şili'li şair Neruda’nın ismini ve şöhretini duymuş hatta Nazım Hikmet’le olan dostluklarını da okumuştum, Barrak Obama başkan seçildikten sonra ilk yurt dışı ziyaretini Venezüella’ya yapmıştı. Solcu Başkan Hugo Shavez bu ziyaret sırasında Obama’ya Güney Amerika’yı tanıması için, Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” isimli kitabını hediye etmişti. Gazetelerde okuduğum olayı önceleri pek önemsemedim. Edebiyat konusunda bilinçli bir arkadaşımın bana olayı anımsatması ve yazarın kitaplarını önermesi üzerine rotamı yeniden Latin Amerikalı yazarlara döndürdüm. Önce Galeano’yu, önerilen bu kitapla ile tanımak istedim. Tüm Güney Amerika ülkelerinin maden ve hammaddelerinin, yüzyıllar boyunca gelişmiş batı ülkeleri tarafından nasıl sömürüldüğünü geç sayılacak yaşta öğrendim. Öğrenirken de geç kaldığım için kendimden utandım. Demokrasi havarisi kesilip sağa sola insanlık dersi veren sözde demokratik ülkelerin maske takmaya bile gerek duymadıkları dönemlerdeki gerçek yüzleri ile bu kitap sayesinde tanıştım. Bu sayede onlara asla inanılmaması gerektiğini öğrenirken Latin Amerika edebiyatına bir daha ayrılmamak üzere bağlandım. Arkasından Galeano'nun, “Aşkın ve savaşın gündüz ve geceleri” isimli kitabını okudum. Bölgedeki tüm halklarının umut ve umutsuzluklarına şahit oldum. Acılarla başa çıkabilmek için daha fazla cesaret gerektiğini anladım. Yazarın, “Aynalar” isimli kitabında ise geçmişte yaşanan olayların günümüze yansımalarını farklı bir açıdan izledim. Sokrates’ten ilk olimpiyat oyunlarına, şeytanlıklardan Üniversitenin ortaya çıkışına kadar muhtelif olayları değişik biraz da abartılı bir şekilde okura sunmasının ayrıcalıklı zevkini tattım. “Biz Hayır Diyoruz” isimli kitabında onun eleştirel gazetecilik yönü ile ve “Söz Mezbahası” kitabında onun çok farklı röportaj yapma tekniğini, dolayısıyla gazetecilik yönünü keşfetmiş oldum. "Tepetaklak" isimli kitabında, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı ile birlikte insanların nasıl ayrıştırılıp bölündüğünü ve kitlelerin nasıl bakar kör edildiğini öğrendim. Yazarın kült eseri olan "Ateş Anıları" kitabında ise sömürülen Latin Amerika'yı ve onu sömüren batı Avrupa ülkelerin tarihini tüm boyutları ile öğrendim. Uruguaylı  ünlü yazarı tanırken aslında Latin Amerika’nın en önde gelen militan gazetecisi ve yazarını da tanımış olmaktan keyif aldım. Bu ülkelerde yaşayan insanlar sadece batı Avrupalılardan ve son dönemde de ABD' den çekmemişti. En az onlardan çektikleri kadar sırtlarını batıya dayayarak güç bulan kendi içlerinden çıkan diktatörlerinden de çok çekmişlerdi. Bunları  Latin ülke yazarlarını okuyarak öğrendim. Uruguaylı yazarı sevince onun gibi yazan başka bir Uruguaylı yazar daha var mı diye aramaya başladım. Bu kez karşıma Juan Carlos Onetti çıktı. "Artık Fark Etmediğimde", yazarın ilk okuduğum kitabı oldu. Karısı tarafından terk edilen bir adamın serüvenini anlatıyordu. "Tersane" yazarın en ünlü kitabıydı. Romanında roman kahramanına ondan topluma dönen bir çember kuruyordu.  Yazarın zor okunan yazarlardan olduğu gerçeğini de bu şekilde öğrendim. Arkasından Mario Delgado Aparain isimli yazar ile tanıştım. Yazar “Johnny Sosa’nın Şarkısı” isimli trajikomik öyküsünde zorbalığın gücü karşısında insan onurunu sınıyordu, Doğru söylemem gerekirse son okuduğum kitaplardan Galeano’dan aldığım keyfi maalesef alamadım.

     Güney Amerika haritasında kuzeye doğru tırmandığımda kendimi, And Dağları'nın yüksek kesimlerindeki dik yamaçlara inşa ettiği yapılar ve şehir mimarileri ile gezginlerin ve bilim insanlarının dikkatini çeken İnkalar’ın ülkesinde buldum. Bu sayede Perulu yazar Mario Vargas Llosa ile tanışmış oldum. Ben diktatörleri mercek altına aldığımda bu konuda bir başyapıt olan “Teke Şenliği” ile karşılaştım. Dominik Cumhuriyetini otuz yılı aşkın bir süre kanlı bir dikta rejimi ile idare eden Rafael Trujillo’nun entrika, şiddet, işkence ve cinayetlerine tanık oldum. Romanın sayfalarını çevirirken insanlığımdan utandım. Yazarın bir diğer kitabı ise “Elebaşılar ve Hergeleler” adını taşıyordu. Bu kitaptaki öykülerde ise Peru halkının saldırgan bir ortamda başkaldırısını ve bunun sonucunda giderek yayılan şiddet konusuna şahit oldum. Yazarın ilk romanı olan “Kent ve Köpekler” isimli kitapta, yazar askeri okulda geçirdiği iki zorlu yılın deneyimlerini aktarmıştı. Kitaba adını veren şehir Peru’nun başkenti Lima, köpekler ise bu askeri kolejin öğrencileriydi aslında. “And Dağlarında Terör” isimli yapıtında, Mao’cu aydınlık yol gerillalarının yarattıkları çağdışı terör ortamını ve bu toprakların gerçek sahipleri İnka'ların bize ters gelen geleneklerini anlatılmıştı. “Genç Bir Romancıya Mektuplar” isimli kitabında, roman sanatı hakkında kendi düşünceleri ile genç romancılara yol haritası hazırlamıştı. "Masalcı" isimli  romanında ise Amazon ormanlarında soyu tükenmekte olan ilkel bir kabilenin izini sürüyordu. "Ketum Kahraman" isimli romanında ise alçaklığın, sahtekârlığın ve entrikanın belli bir ekonomik veya sosyal çevreyle ilgili olmadığını, servet ve zenginlik peşindeki insanların ahlaki düşüşünü ve her tür insanın hayatında karşımıza çıkabileceğini anımsatıyordu. Daldan dala atlayarak dolaşırken bir de baktım Şili’ye dönmüştüm. Bildiğiniz gibi Şili çok farklı bir ülke. İnce uzun, sanki bir yılan gibi kıtayı baştanbaşa dolaşıyordu. Ülkenin uzunluğunun 4.300 km olduğunu söylersem düşüncelerimi belki de daha kolay anlatabilirim. Bu ülkede ilk olarak Luis Sepulveda ile tanıştım. “Aşk Romanları Okuyan İhtiyar” isimli kitabında Amazon ormanlarında yaşayan ihtiyar bir adamın öyküsünü anlatmıştı. "Dünyanın Sonundaki Dünya” isimli kitabında ise Patagonya ve ateş topraklarında yaşanan çevre sorunları üzerinde duruyordu. Yeşilci olması nedeniyle bu tür konuları işleyerek duyarlı bir yazar olma özelliğini de yansıtıyordu. “Boğa Güreşçisinin Adı” adlı eserinde ise ünlü bir matador ile aynı ismi paylaşan ve Hamburg’da sürgün yaşayan Sandinist bir gerillanın serüvenlerini ilginç bir şekilde anlatıyordu. Kitabı okurken yazarın geniş hayal gücü ve akıcı anlatım tarzı okura inanılmaz bir keyif veriyordu. “Patagonya Ekspresi” isimli yapıtında, yapmış olduğu ilginç yolculuklarda yazara eşlik ettim. “Duygusal Bir Katilin Günlüğü” isimli kitabın da ise, onun trajikomik yanını da keşfettim. Bu kez elime Roberto Balano’nun, “Uzak Yıldız” isimli romanı geçti. Bu kitapta, Pinochet darbesiyle insanların değişime uğrayan hayatlarını ve yurt dışında yaşamak zorunda kalan yazarların ülkeye bakış açılarını tanıdım. Ülkenin en iyi romancılarından sayılan Isabel Allende, “Yüreğimdeki Ülkem” adlı kitabında sürgünde yaşamanın zorluklarını ve hiçbir yere uyum sağlayamamanın getirdiği sorunları gözlerimizin önüne seriyordu. “Ruhlar Evi” isimli ilk yazdığı ve en önemli eseri sayılan kitapta üç kuşak boyunca bir ailenin yaşam öyküsünü anlatmıştı. Romanında Şili’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik çıkmazı çarpıcı bir şekilde yansıtırken, okurlarına Marquez’i anımsatıyordu. “Aşktan ve Gölgeden” isimli kitabında okuru, askeri diktatörlüğün pençesinde kıvranan bir Latin Amerika ülkesi gerçeğine tanık ediyor. “Eva Luna” isimli yapıtında, yaşananla düşünülenin, gerçekle hayalin harmanlandığı bir masalla, belki de kendi yaşam öyküsünü anlatmıştı. “Afrodit” isimli romanı ise oldukça farklı bir çalışması. Yazar bu kitabında yemek ve lezzet tutkunlarına hitap ediyor. "Cinayet Oyunu" isimli kitabında Allende, alıştığımız tarzın dışına çıkmış. Bir polisiye kitabını onun eşsiz yorumu ile okuyorsunuz. "Sonsuz Düzen" ise Allende'nin ilk kez Amerikalıları anlattığı bir roman olma özelliğini taşıyor. "Kaderin Kızı" isimli romanında, şehrin ileri gelenlerinden İngiliz bir ailenin evlatlığı olan Eliza’nın Şili’de Valparaiso adlı liman kentinde başlayıp, altın aramaya giden sevgilisinin peşinde Kuzey Amerika’ya kadar uzanan zorlu hayat hikâyesini sürükleyici bir dille anlatıyor. Romanın ilginç yanı dünyada boşanmanın yasal olmadığı tek ülkenin Şili olması gerçeğini bizlere öğretmesiydi. Antonio Skarmeta ise bana göre çok yönlü bir sanatçıydı. “Ateşli Sabır” ve “Gökkuşağı Günleri” isimli kitaplarında, Şilinin içine düştüğü karanlığı ve çıkış yolu arayan gençliğin buhranlarını anlatıyor. Şili’ye kadar gelip Arjantin’e uğramadan geçmek bize yakışmazdı. Bu ülkenin en önemli yazarı ise tartışmasız Julio Cortazar'dı. Yazarın okuduğum ilk kitabı, “Mırıldandığım Öyküler” isimli kitabı oldu. Ünlü şair Pablo Neruda, Cortazar’ı, “Cortazar'ın hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömür boyu şeftali yememiş olmak gibi bir şeydir.” sözleriyle yorumlaması da enteresandı. Cortazar’ın öykülerinde zaman ve mekân düzlemlerini sıklıkla düşsel bir gerçekliğe dönüştürdüğüne gördüm. "Seksek" isimli romanı, Cortázar'ın başyapıtı. Antiroman diye de nitelenen ve "anlatı" ile "anlatının yarattığı çağrışımlar" üzerine inşa edilen Seksek'in başındaki okuma planında, maceracı okurlara alternatif bir "sıçrayarak okuma" düzeni sunmuş. Okuru kurmacanın etkin bir unsuruna dönüştürmüş. Şimdiye kadar okumadığım bir tarz. 750 sayfalık Seksek isimli kitabı  okumayanlarınız benim kriterlerime göre fazla bir şey kaybetmiş sayılmaz. "Sınav" isimli yapıtında, Buenos Aires caddelerinde, sürprizlerle dolu meydanlarında, cazın ve taze fikirlerin duyulduğu bar ve kafelerinde dolaşan iki gencin ve arkadaşlarının maceraları anlatılmış. Diğer tanıştığım Arjantinli yazar ise Jorge Luis Borges’in “Yedi Gece” si oldu. Bu kitap, İlahi Komedya'dan Binbir Gece Masalları'na, Şiir'den Kabala'ya, düşlerin, düşüncelerin, söylencelerin arasında okura keyifli fantastik bir yolculuğun keyfini yaşatıyordu. “Alçaklığın Evrensel Tarihi” isimli kitabında ise, kadın korsandan mahalle kabadayısına, katillerden büyücüye kadar çok değişik ve farklı konuları, kendine özgü bir farklılıkla işliyordu. “Atlas” isimli kitabında ise, yaptığı gezilerde biriktirdiği anıları, gözlemleri ve düşlerini, fantastik bir bakış açısı ile yorumlamış. Etkili ve başka hiçbir yazarla karıştırılmayacak kadar özgün yazan bu değerli yazarı geç keşfettiğim için biraz da üzgünüm.

    Zaman ilerledikçe eskiden tanıştığım Brezilyalı yazarların yanına büyülü gerçekçiliğin bir diğer temsilcisi ve Brezilya’nın en iyi kırsal kesim yazarı Jorge Amado’yu ekledim kitaplığıma. ”Gecenin Çobanları” isimli romanında, Bahaî sokaklarının aylaklarını, hırsızlarını ve fahişelerini anlatıyor. Onların dünyasında masalımsı bir yolculuğa çıkarıyor okuru. “Kızgın Toprak” isimli romanında ise, toprak ağalarının acımasız zalimliklerini konu ediyor. Ezilen ve insanlıklarını yitiren esas toprak sahiplerinin dramını yansıtıyor. "İhtiyar Denizciler" Bahia halkının yoksul insanları arasında geçiyor. “Ölü Deniz” romanı ise diğer yapıtlarından oldukça farklı bir kitap, Amado bu yapıtında aşka özel bir yer ayırmış.  Kitabında aşkın yanı sıra cinsellik başrole çıkarılmasına rağmen hiç de açık saçık bir roman havası bulunmuyor. Birçok erotik satır bulunduğu halde özenle yazılmış bir incelik ve zarafete sahip. Önceki romanlarında kakao işçilerini, Salvador işçilerini ve kenar mahallelerde yaşayan zencileri tanıtırken bu eserinde deniz insanlarının ilginç ama o ölçüde düşündürücü yaşamlarını konu ediyor. Aslında okuduklarım bana pek de yabancı gelmiyor gibi. Yer yer Çukurova insanının dramını yazan Yaşar Kemal’i çağrıştırıyor. Solcu etkinlikleri yüzünden kitapları yakılan bu yazarın en önemli eseri ise “Mucizeler Dükkânı” isimli kitabı. Bahia insanını yani gerçek Brezilya halkını onun sayfalarında tanıyor okur. Yazarın kitaplarında kullandığı şiir lezzetindeki anlatımın yanı sıra yer verdiği mizah öğeleri ise okuru romana daha da güzel bakmasına neden oluyor. Brezilyanın ruhunu keşfetmek isteyen okurların onun eserleri ile tanışması gerek. Yolculuğum Meksika’ya komşu bir orta Amerika ülkesi olan Guatemala’ya kadar devam etti. İlk olarak Miguel Angel Asturias’ın, “Guatemala’da Hafta Tatili” isimli kitabını okudum. Ülkesindeki diktatörlük yönetiminden kaçıp ölünceye kadar Avrupa’da yaşamak zorunda kalan Nobel ödüllü yazar kitabında, Amerikalılar tarafından düzenlenen faşist bir darbeyi anlatıyor. Yazarın kült eseri olan “Sayın Başkan” isimli kitabını ise uzun aramalarıma rağmen bulamamıştım. Sıkı bir kitap okuru olan arkadaşım durumu öğrendiğinde kendi kitaplığında bulunan kitabı bana hediye etti. Onun sayesinde bende diktatörlük üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biri olan bu romanı okuma fırsatını yakaladım. Romanında diktatörlüğün neden olduğu büyük yıkımları ve acıları çok güzel bir şekilde anlatıyor. Yazarın "Kasırga" isimli romanında ABD tröstünün ülkenin bakir ormanlarını talan ederek ülkeyi talan edişini anlatıyor. Cemal Süreya’nın Türkçesiyle okuduğum "Yeşil Papa" isimli romanında, bir muz şirketinin Orta ve Güney Amerika’daki sömürüsünü ve işçilerle küçük toprak sahiplerinin bu sömürüye karşı direnişlerini masalla gerçeğin iç içe olduğu bir söylemle aktarıyor. Asturias'ın eserlerini okuduğunuzda yurdunun gerçeklerine uygun düşen anlatım tekniğine hayran olacaksınız. Küçük bir ülkeden çıkan bu ünlü yazarın gerçekten büyük bir romancı olduğunu sizlerde kabul edeceksiniz. Bu sırada tesadüf eseri yine aynı ülkeden Augusto’nun yazdığı çok ünlü bir hikâyeyi de okumak zorunda kaldım. Bu sayede dünyanın en kısa hikâyesini okudum. “Uyanmıştı ve dinozor hala oradaydı.” Hikâyenin başlaması ile bitmesi bir olmuştu.

    Güney Amerika Edebiyatı dediğimizde bunu sadece bir coğrafi bir bölge olarak algılamak gerektiğini yazımın başlarında sizlere açıklamıştım. İspanyolca ve Portekizce konuşulan tüm ülkelerin edebiyatını bu kategorinin içine dahil etmemiz gerekiyor. Bu nedenle Meksika'dan Amerika Birleşik Devletlerine göç eden insanların oluşturduğu bir toplum olan "Chicano" lar gittikleri her ülkeye kendi örf ve adetlerini, kendi inançlarını taşımış ve kendilerine özgü sanat yapıtlarını da ortaya koymuşlardır. Bu yüzden gezintimi A.B.D nin New Mexico şehrine kadar uzattım. Hispanik toplumunun en çok okuduğu yazar Rudolfo Anaya’nın yazdığı “Alburquerque - Yılanın Dansı” isimli kitabı okudum. Roman genç bir adamın kimlik bulma öyküsünü anlatırken masalları, efsaneleri ve gelenekleri ile hiç tanımadığımız Chicano dünyasının kapılarını bizlere aralıyordu. İkinci olarak yazarın başyapıtı sayılan “Kutsa beni Ultima” isimli kitabında ise Pagan kültürünü Hıristiyanlığın karşısına koymuş. Bu inanışları bir biri ile çarpıştırıyor. Bunu yaparken yaşanan olayları küçük bir çocuğun gözünden okura aktarıyor. Hastaları iyileştirme gücü taşıdığına inanılan bir şaman olan Ultima yaşamına girdiğinde, Antonio Márez altı yaşında küçücük bir çocuktur. Antonio, Ultima’nın koruyucu ve bilge kanatları altında, kendisini halkına bağlayan pagan geçmişine uzanan bağları keşfeder. Onu yeryüzünün gizemleriyle tanıştıran, ruhunun doğumuna güç veren Ultima’yı yaşamının en önemli dönemeçlerinde hep yanı başında bulur. Tabi sonunda karşımıza bir inanç ikilemiyle karşı karşıya kalan genç Antonio ortaya çıkar. Amerika’dan güneye indiğimizde Meksika’ya geliyoruz. Bu büyük ülkenin en usta romancısı Carlos Fuentes ile tanışıyoruz. Carlos Fuentes, Meksika’nın gerçekten önemli bir yazarı. “Koca Gringo” adlı kısa romanında, Meksika'nın Pancho Villa’lı devrim yıllarında, Amerikalı bir gazetecinin yaşadığı serüveni anlatıyor. “Sefer” isimli diğer bir kitabında ise, Latin Amerika'nın bağımsızlık tarihini farklı bir şekilde aktarıyordu. Başyapıtı sayılan ve sonunda benimde çok beğendiğim “Laura Diaz’lı Yıllar” adlı eserinde ise, Meksika yakın tarihini destansı bir roman kurgusu içinde bir kadının gözüyle okuyucuya anlatıyor. Bu kitapta sadece dönemin Meksika’sını değil Kuzey Amerika’da ki toplumsal değişimlerden İspanya’da ki iç savaşa. Almanya’da ki Nazi toplama kamplarından Amerika’da ki McCarthy’ci akımlara muhtelif olayları anlatıyor. Bu büyük yolculuğu sırasında Laura Diyaz’ın hayat felsefesi, aşkları, umutları ile birlikte kâh hüzünlü kâh gülünesi bir şekilde okurla bütünleştiriyor. Önceleri okuru sıkan, yaşayışı ve davranışları bizim toplumumuzun genel örf ve adetlerine ters gelen roman kahramanını, romanın sonlarına geldiğimizde bize sevdirdiği gibi romanın bitmesini hiç istetmeyecek kıvama getirmesini iyi biliyor. “Kartal Koltuğu” isimli kitabında, Başkan ve kurt bir bayan politikacıyı romanın kahramanları yapmış. İlginç kurgusuyla bir solukta okunan bu kitabı aynı zamanda bir o kadar da düşündürücü nitelikte. "Artemio Cruz'un Ölümü" isimli romanında tek bir insanın yaşamında Meksika tarihini yazmış. "İnez'in Sezgisi" oldukça farklı bir kitap. İmgeleri ve metaforları ile iki farklı ama bazı yönleri bir o kadar aynı olan bir hikayeyi anlatmış. "Cennetteki Adem" siyaseti, sosyetesi ve dini inanışları ile Meksika toplumunu bir ayna gibi yansıtıyor. Yazar, "Frıedrıch Balkonunda" isimli kitabını ölümünden kısa bir süre önce bitirmiş. Romanında hayali bir devrimden yola çıkıp gerçekleri sorguluyor. Don Quijote’den sonra İspanyolca yazılmış en önemli roman olarak lanse edilen bir kitaptır "Pedro Parama." Bana soracak olursanız okunmasa da olacak bir kitap. Meksikalı yazar Juan Rulfo'nun roman kahramanı kötülük timsali olan toprak ağası. Romanda kişi ve zaman geçişleri çok hızlı yapıldığı için okur takip etmekte çok zorlanıyor. Neyse ki bu romanın sayfa sayısı az. Eserin en önemli özelliği kendinden sonra gelen Latin Amerikalı yazarları etkilemiş olması. “Kızgın Ova” ise bu yazarın öykülerini topladığı kitap. "Ova Alev Alev" yazarın başka bir hikaye kitabı. Rulfo, devrimci edebi tarzıyla, Meksika Devriminden sonra ülkenin kırsal kesiminde yaşanılan problemleri anlatıyor. Julıa Alvarez ise Dominikli bir kadın yazar. "Kelebekler Zamanı" isimli romanında sadece Mirabal kardeşlerin öyküsünü  anlatmıyor. Diktatör Trujilo'nun yıllarca inim inim titrettiği bir ülke halkının çektiği çileyi yalın bir dille okura sunuyor.

     Mademki kıta da inişe yoluna geçtik Küba’ya uğramadan geçmek olmaz. Küba edebiyatının en ünlü temsilcilerinden Julio Travieso ile tanışmak istedim. Yazarın, “Kurdu Öldürmek” adlı eseri devrim öncesinde Batista diktatörlüğüne karşı savaşan Küba halkının ve gençliğinin inançları ve özgürlükleri için verdikleri mücadele anlatılıyor. Cabrera İnfante’nin yazdığı “Kapanda üç Kaplan” ise devrim öncesi Havana’nın gece yaşamını farklı bir gözle yansıtıyor.

      Dinlerden ve efsanelerden biraz uzaklaşıp siyasetin derin ve soğuk sularına dalmak istedim. Güney Amerika’nın olmazsa olmazı CHE GUEVARA'dan başkası olamazdı. İspanyol ve İrlandalı bir ailenin çocuğu olarak Arjantin’de dünyaya gelen Che, Tıp eğitimi alırken Latin Amerika’yı baştanbaşa dolaşmış bu sayede insanların yoksulluğunu doğrudan gözlemlemişti genç yaşta. Bu tespit sonucunda ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolunun devrim olduğuna inanarak Marksizm’i incelemeye başladı. Bir süre sonra Küba’da yönetimi ele geçirmeye çalışan Fidel Castro’nun ekibine katılarak devrim için savaştı. Devrim sonunda yeni kurulan devlet için çeşitli önemli görevlerde bulundu. Bu arada gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler ve kitaplar yazmayı da unutmadı. Çünkü o yaratılıştan devrimci bir insandı. Diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılmak üzere 1965 yılında Küba’dan ayrıldı. Önce Kongo’daki sonra da Bolivya’daki devrimci gerilla hareketlerine lider olarak katıldı. 9 Ekim 1967’de kalleşçe öldürüldü. Ölümünden sonra Guevara dünya üzerinde sosyalist devrimci hareketlerin sembolü haline geldi. Bu devrimcinin yazdığı “Savaş Anıları” kitabını ve Jean Cormier’in yazdığı “Ölüm Nereden Nasıl Gelirse Gelsin” isimli yaşam öyküsünü okuduğumda bu devrimciyi daha yakından tanıdım. Halkların yoksulluğunu, acılarını gidermek adına yola çıkan, bağımsızlık için gerilla savaşlarını başlatan bu genç adamın akıl almaz serüvenlerine şaşkınlık, hayranlık duyup imrenerek eşlik ettim. Che'yi sevenlerin Nikaragua'yı unutmaları mümkün mü?  Gioconda Belli, şair ve romancı ama bir farkla Nikaragua'lı varlıklı bir ailenin kızı. Genç yaşta evlenip bir çocuğu olduktan sonra, Somoza diktatörlüğünü devirmek için Sandinist gerillalara katılan genç bir kadın. Yazmış olduğu "Tenimdeki Ülke Nikaragua" isimli kitabında, aşk ve çocukların devrimi diye nitelenen devrimin anılarını akıcı bir dille okura aktarıyor. 

   İletişim araçlarının gelişmediği dönemlerde Latin Amerika ülkelerini çoğumuz karnaval ülkeleri olarak düşünürdük. Bu ülkeler uzun yıllar eğlenceli bir rüyanın merkezi olarak yaşadı belleğimizde. Teknolojinin gelişmesiyle bu ülkelerin bizim düşündüğümüzün tam tersi bir durumda olduklarını fark ettik. Bu halkların tarihi sömürgeciliğe, emperyalizme ve onların kanlı yerel destekleyicileri ile acılarla dolu bir mücadele tarihi yaşadıklarını öğrendik. Kıtanın kara talihi Kristof Kolomp’un keşfi ile başlamış, arkasından gelen İspanyol ve Portekiz sömürgecileri tarafından talan edildi. Papanın da desteğini alan bu ülkeler, Brezilyayı Portekizlere, kalan tüm toprakları ve halkları ise yıllarca İspanyol yönetimlerinin ellerine bıraktı. İspanyol sömürgeciler bu toprakların yerli uygarlıkları olan Maya, Aztek ve İnka medeniyetlerini kanlı bir şekilde imha ettiler. Bu kıta da bağımsızlık mücadelesi Simon Bolivar’ın önderliğinde başladı ve henüz daha bitmedi. Latin Amerika'nın edebiyatı da doğal olarak bu gelişimin etkisinde kaldı, yazarların büyük çoğunluğu eserlerinde bu sömürüyü yazdı.

      Latin Amerika Edebiyatı sadece anlattığım kitaplar olarak görülmemeli. Bu kıtanın kendine özgü biyografik ve otobiyografik romanları da vardır. Kristof Kolomb'dan Hernan Cortez'e, Simon Bolivar'dan Che Guevera'ya, Marquz'den Pablo Neruda'ya kadar birçok ünlü insanın bu tür romanları yazılmıştır. Onların arasına bayan olarak Frida Kahlo'yu da koymak gerekir. Meksikalı ressam Frida'nın ıstırap ve tutku dolu hayatını en güzel anlatan "Aşk ve Acı"  gerçekten okunması gereken güzel bir kitaptır. Durun daha bitmedi. Şayet Latin Amerika Edebiyatını iyi tanımak istiyorsanız; Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları hakkında yazılmış kitaplardan en az birer tanesini okumak zorundasınız. Sizi daha fazla yormamak için Marqez'le baş başa bırakıyorum. 

 

Ey insanlar!

Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim.

Tüm insanların,

mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden,

dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine

sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini

öğrendim.

Sizlerden çok şey öğrendim.

Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.

Çünkü

hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...

Artık ölebilir miyim?

 

Gabriel Garcia Marquez

 

  • Facebook Social Icon
  • Twitter Social Icon
  • Google+ Social Icon
  • YouTube Social  Icon
  • Pinterest Social Icon
  • Instagram Social Icon

Latin Amerika Edebiyatı Üzerine

bottom of page