top of page
  • Facebook Social Icon
  • Twitter Social Icon
  • Google+ Social Icon
  • YouTube Social  Icon
  • Pinterest Social Icon
  • Instagram Social Icon
Latin Amerika görüntüsü.png

Latin
Amerika Edebiyatının 
      Son Yüzyılı

​​

     Latin Amerika toprakları, kendilerini kaybetmeye adamış insanların yaşadığı topraklardır. Medeniyeti ıskalamış halkların toprakları dersek belki de daha doğru. Emperyalist ülkelerden gelen gözleri paradan başka bir şey görmeyen maceraperest ruhlu korkusuz insanları, karşılarında saf, temiz ve bozulmamış yerli halkı gördüklerinde önce onları köleleştirip ardından da doğayı tüketmişler. Halkı buyruğu altına almak isteyen egemen güçler bu konuda din duygusunu kullanmışlar. Zaman ilerledikçe kıta halkı yerli işbirlikçilerin de yardımı ile zaptı rap altına alınmıştır. Emperyalist ülkelerin yönlendirmesiyle gerçekleşen askeri darbeler sonucunda ülkelerde oluşturulan diktatörler, yoksul ve sessiz halk kitlelerini korkutarak susturmuştur. Bu arada sayıları az da olsa arkalarında direnen devrimci gençler oluştuğu için bu süreçte devrimci gelenekler de gelişmiştir. Latin Amerika terimi, genellikle Güney Amerika kıtasındaki ülkeleri toplu ifade etmek için kullanılsa da bu tanımlama yanlıştır. Bu şekildeki tanımlama Meksika’yı dışlamış olur. Coğrafi olarak Kuzey Amerika’da olmasına rağmen; Meksika, Brezilya, Arjantin ve Kolombiya gibi diğer Güney Amerika ülkeleri ile kültürel ve dilsel yakınlığı çoktur. Bu nedenle Meksika ’sız bir Latin Amerika düşünülemez. Latin Amerika insanı rahatına düşkün, eğlenceli, kanaatkâr, güler yüzlü ve konuşkandır. Bu yüzden en büyüğünden en küçüğüne tüm kahvehanelerinde Latin Amerika’ya özgü inanılmaz hikâye ve efsaneler anlatılır. Bu anlatıları dinleyerek yetişen edebiyatçıları da dünyanın diğer bölgelerindeki meslektaşlarından farklıdır. Yazdıkları roman ve hikâyeleri okuru asla konunun dışında bırakmayıp içine alıp okuru da konunun labirentlerine sürükler. Latin Edebiyatı sorgulayıcıdır. İspanya ve Portekiz tarafından asırlarca soyulup talan edilen ülkelerin halkları sıra dışı olayları kanıksamıştır. Onlar acıyla büyüyüp yetişmiştir. Efsaneler onları şaşırtmaz. Yaşadıkları olayları edebi metinlerine de yansıtarak büyülü gerçekçilik adı verilen yeni bir akımın öncüsü olmuşlar. Gerçek hayattan alınan imgeler, gizemli ve büyülü bir evrenin içinde okura yeni bir yorum getirmek için kullanılmış. Latin Amerika edebiyatı okuru düşündürür. Bu nedenle her okur sevmeyebilir. Latin Amerika, dünyanın gözünde fantastik bir evren, düş dünyası olarak hayal edilir. Zira bu topraklarda doğup büyüyen insanların DNA’larında müzik, dans ve renklilik ziyadesiyle yer etmiştir. Dolayısıyla Latin Amerika insanları kıpır kıpır, çok canlı insanlardır. Bu bölgedeki her ülkenin kendine özgü dansı ve karnavalı vardır. Brezilya'nın sambası, Arjantin'in tangosu, Küba'nın rumbası, Meksika'nın mambosu, Trinidad’ın kalipsosu çok ünlüdür. Bu dansların en güzellerini bu karnavallarda görmek mümkündür. Karnavallarda çeşitli dans okullarının gösterileri nefes kesicidir. Doğal olarak Latin edebiyatı da geçmişte yaşanan acı ve tatlı olaylardan üzerine düşeni eserlerinde yansıtmışlardır. Latin Amerika’yı sömürgeleştiren İspanyol ve Portekizliler, zengin altın, gümüş, bakır, demir, madenlerini asırlarca yağma ederken doğayı da tahrip etmişler. Bu yetmezmiş gibi muz, kahve, kauçuk, pamuk, kakao, şeker kamışı plantasyonlarında kıtanın yerlilerini köleleştirip onlar tarafından lanetlenmişler. Bu topraklardan binlerce gemiyle çalınıp Avrupa’ya götürülen altın ve gümüş, emperyalist devletleri refaha taşırken İspanya ve Portekiz’e yar olmamış. Bu nedenle bölge insanının hikâyesi; Öfkenin, isyanın ve acının harmanlanmış haline dönüşmüş. Sonunda Orta Amerika’da kök salan Aztek ve Maya medeniyetleri, Güney Amerika’da dallanıp budaklanan İnka Medeniyeti yerle bir olmuş. Yaşamdan keyif alan ve eğlenmeyi seven bölge halkı ise köle yapılmış. Latin Amerika halkları; şiddet, sömürü ve vahşetin en acımasızını yaşamış. Yaşadıkları da edebiyatın kaynağı olmuş.

     Latin Amerika edebiyatı ile ilk tanışmam Brezilyalı yazar Vasconcelos’un, “Şeker Portakalı” isimli kitabı ile oldu. Üniversitenin son yıllarında okuduğum kitapta roman kahramanı küçük Zeze, serüvenleri ile kimi zaman gülümsetti kimi zaman hüzünlendirdi ama yüreğimde unutulmaz güzellikte anılar da bıraktı. Her çocuğun ilgiye ve sevgiye ihtiyacı olduğunu bu kitap sayesinde öğrendim. Daha sonraki yıllarda Zeze’nin yeniyetmelik ve delikanlılık dönemlerini anlatan, “Güneşi Uyandıralım” ve “Delifişek” isimli romanlarını da beğeni ile okudum. Romanın küçük kahramanıyla sıcak bir gönül bağı oluşturdum. Yazarın ilk kitabı olan, “Yaban Muzu” adlı eserini ise yakın bir arkadaşım hediye etti. Elmas madenlerinde elmas arayan insanların olağanüstü serüvenlerine ruhumla katıldım. Bugün dahi geçerliliğini koruyan; İnsanlık, dostluk, para hırsı ve doğa katliamını da bu kitapta tanıdım. Kitabı bitirdiğimde yaşadığım dünyaya üzgün ve yorgun bir şekilde dönebildim. Uzun süre başka Latin Amerikalı yazarla tanışmak kısmet olmadı onca iş güç arasında. Çocuklarım okula başladıktan sonra doğum günlerinde kitap hediye etmeyi prensip etmiştim. Hatta yeğenlerimi de bu gruba dâhil etmiştim. Doğum günümde kızımın hediye ettiği, Paulo Coelho’nun “Simyacı” isimli kitabını okurken eski yaram depreşti. İspanya'dan, Mısır piramitlerine kadar uzanan yolculuğunda Endülüslü çoban Santiago’ya eşlik ettim. Okuduklarım, mutluluğun bize çok uzak gibi görünse de aslında çok yakınımızda, belki de elimizin altında olabileceği gerçeğini anladım. Romanı beğendiğim için Brezilyalı roman yazarı Paulo Chello’yu daha tanımak istedim. Bir süre sonra  yazarın, “Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım” romanında sonsuzluğa ulaşan gerçeküstü bir aşk hikâyesine tanık oldum. Kitabın ilk sayfalarında derinlikli bulduğum karakterler bir süre sonra sıradanlaşıp saçma bir yere evirildiğini hissettim. Yalnızca içinde bulunduğumuz anı yaşamayı, devamlı geçmişi anımsamanın yaşlılara özgü bir davranış biçimi olduğunun ayırdına vardım. Sonuç olarak maalesef ismi kadar güzel bir roman değildi. Daha sonraları okuduğum “Haç” isimli kitabında, Pirene'lerden Santiago de Composte'laya kadar uzanan 700 kilometrelik  yolculuğun heyecan dolu serüvenine katıldığımda ise çok şey öğrendim. Felsefesindeki insan sevgisini güzel betimlediğini, bazı kitapların ilham kaynağı olarak bu yolculuktan esinlendiği keşfettim. Dini temalara ağırlık verdiği “Brida” ile bir saplantı romanı olan “Zahir” kitaplarında ise aşkı ve tutkuyu sarsılarak yaşadım. "Akra’da Bulunan Elyazması" kitabında insan yaşamını etkileyen değerlerin sorgulanmasını,  "Şeytan ve Genç Kadın" isimli romanında ise insanların değer yargılarının ne kadar kolay sarsılabildiğini anladım. Kötünün kendini göstermeden iyinin değerinin anlaşılması gerektiğini anladım. Daha sonraları Kolombiya'lı bir yazarın eserlerinin Türkçeye çevrildiğini öğrendim. Merak beni Marquez’e götürdü. Yazarın, “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli kitabında, yazarın ailesiyle tanıştım. “Albay’a Mektup Yok” ta emekli bir albayın trajikomik hikâyesini,  “Kırmızı Pazartesi” isimli kitabında, herkesin bile bile lades diyerek seyrettiği hüzünlü bir cinayet öyküsünü anlatıyor. “Yaprak Fırtınası”, dev bir muz plantasyonunun sömürüsünü konu ediyor. Düşsel Macondo kasabası ilk kez bu romanda sahneye çıkıyor. “Başkan Babamızın Sonbaharı” kitabında, ölmekte olup son günlerini yaşayan bir diktatörün hayat hikâyesi ile karşılaştım. “Şili’de Gizlice” romanında, Pinochet rejiminde Şili’de yaşanan acımasız hayatın gerçekleri ile yüzleştim. "Labirentindeki General" isimli kitabında kurtarıcı diye bilinen Simon Bolivar'ın, Magdalena Irmağı üzerinde yaptığı uzun ve son yolculuğuna tanıklık ettim. “Bir Kayıp Denizci” Kolombiya Deniz Kuvvetlerine bağlı bir muhrip Antil Denizinde fırtınaya tutulduğunda muhripten denize düşen 8 kişi kayboldu. Panama Kanalının denetiminden sorumlu askeri birlikle ve bölgedeki yardım kuruluşlarının da katılmasıyla kazazedelerin arandı bir süre sonra da kayıp denizciler ölü kabul edildi. Kayıp denizcilerden biri, ıssız bir kumsalda can çekişir durumda bulundu. Roman denizcinin öyküsüdür. "Şer Saati" isimli kısa romanında ise Latin Amerika'nın bilinmeyen bir ülkesinin bilinmeyen bir kasabasında gelişen diktatörlük serüvenini, siyasi yozlaşmayı ve bu yozlaşmanın gölgesindeki halkın yaşamını mizahi ve eleştirel olarak anlatırken Aziz Nesin'i anımsadım. "Benim Hüzünlü Orospularım" isimli romanının kahramanı, yaşamı boyunca hiçbir kadınla parasını ödemeden birlikte olmamış yaşlı bir gazetecinin yalnızlığını konu etmiş. “Mavi Köpeğin Gözleri” isimli kitabında ise yazarın öykücülük yanı ile tanıştım. Öykülerin, kullanılan sözcükler içinde saklandığını fark ettim. Sözcüklerin iyi kullanıldığı takdirde taklit edilemeyeceğini öğrendim. Yazarın “Anlatmak İçin Yaşamak” isimli kitabında, hayatın insanların sadece yaşadığı bir hayat olmadığını, gerçek olanın onun hatırladığı ve anlatmak için ne şekilde hatırlandığı olduğunun bilincine vardım. "Doğu Avrupa'da Yolculuk" isimli kitabı ise edebi kimliği olmadan yazılmış sade bir gezi güncesi olarak değerlendirdim. Bence kitabın önemli yanı, yazarın yaşadığı büyük hayal kırıklığıydı. “Kolera Günlerinde Aşk”, Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra ustanın yazdığı en önemli roman. Yüzyıllık yalnızlık kadar fantastik öğeler barındırmadığını söyleyebilirim. Marquez bu romanında çağdaşlaşma ve toplum baskısıyla yetiştirilen bir kadınla, onun tam tersi yetiştirilen bir adamın, çocukluktan başlayıp yaşlılığa kadar süregelen yarım yüzyıllık aşkının öyküsü. Bu romanları okuduğumda Latin Amerika edebiyatını daha da benimsedim. Uzun süre başka bir Kolombiyalı yazarla tanışamadım. Milenyum sonrası Juan Gabrıel Vasquez’in “Costaguana’nın Gizli Tarihi” isimli romanının Türkçe baskılısını buldum. Latin Amerika’nın, akim kalmış devrimleri, iç savaşlarda öldürülmüş binlerce insanı, yargısız infazları yani aslında hüznün tarihi genç bir yazarın kalemi ile okudum.

     Barrak Obama başkan seçildikten sonra ilk yurt dışı ziyaretini Venezüella’ya yaptığında, solcu Başkan Hugo Shavez bu ziyaret sırasında Obama’ya Güney Amerika’yı tanıması için, Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun, “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” isimli kitabını hediye etmişti. Gazetelerde okuduğum olayı önce pek önemsemedim. Edebiyat konusunda bilinçli okur olan bir arkadaşımın olayı anımsatması ve yazarın kitaplarını önermesi üzerine rotamı tekrar Latin Amerikalı yazarlara çevirdim. Önce Galeano’yu, önerilen bu kitapla ile tanımak istedim. Tüm Güney Amerika ülkelerinin maden ve hammaddelerinin, yüzyıllar boyunca gelişmiş batı ülkeleri tarafından nasıl sömürüldüğünü geç sayılacak yaşta öğrendim. Öğrenirken de geç kaldığım için kendimden utandım. Demokrasi havarisi kesilip sağa sola insanlık dersi veren sözde demokratik ülkelerin maske takmaya bile gerek duymadıkları dönemlerdeki gerçek yüzleri ile bu kitap sayesinde tanıştım. Bu sayede onlara asla inanılmaması gerektiğini öğrenirken Latin Amerika edebiyatına bir daha ayrılmamak üzere kan bağıyla bağlandım. Arkasından Galeano'nun, “Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri” isimli kitabını okudum. Bölgedeki tüm halklarının umut ve umutsuzluklarına şahit oldum. Acılarla başa çıkabilmek için daha fazla cesaret gerektiğini anladım. Yazarın, “Aynalar” isimli kitabında ise geçmişte yaşanan olayların günümüze yansımalarını farklı bir açıdan izledim. Sokrates’ten ilk olimpiyat oyunlarına, şeytanlıklardan Üniversitenin ortaya çıkışına kadar muhtelif olayları değişik biraz da abartılı bir şekilde okura sunmasının ayrıcalıklı zevkini tattım. “Biz Hayır Diyoruz” isimli kitabında onun eleştirel gazetecilik yönü ile ve “Söz Mezbahası” kitabında onun çok farklı röportaj tekniğini, dolayısıyla gazetecilik yönünü keşfettim. "Tepetaklak" isimli kitabında, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı ile birlikte insanların nasıl ayrıştırılıp bölündüğünü ve kitlelerin nasıl bakar kör edildiğini öğrendim. Yazarın kült eseri olan "Ateş Anıları" isimli üçlemesiyle (Yaratılış, Yüzler ve Maskeler, Rüzgârın Yüzyılı) kitabında ise sömürülen Latin Amerika'yı ve onu sömüren batı Avrupa ülkelerin tarihini tüm boyutları ile öğrendim. Uruguaylı  ünlü yazarı tanırken aslında Latin Amerika’nın en önde gelen militan gazetecisi ve yazarını da tanımış olmaktan büyük keyif aldım. Bu ülkelerde yaşayan insanlar sadece batı Avrupalılardan ve son dönemde de ABD' den çekmemişti. En az onlardan çektikleri kadar sırtlarını batıya dayayarak güç bulan kendi içlerinden çıkan diktatörlerinden de ziyadesiyle çekmişlerdi. Bunları  Latin ülke yazarlarını okuyarak anladım. Uruguaylı yazarı sevince onun gibi yazan bir başka Uruguaylı yazar daha var mı diye aradım. Bu kez karşıma bir süre Madrid’de sürgün hayatı yaşayan Juan Carlos Onetti’i çıktı. "Artık Fark Etmediğimde" yazarın okuduğum ilk kitabı oldu. Konusu ise karısı tarafından terk edilen yalnız bir adamın serüveniydi. "Tersane" yazarın en ünlü kitabıydı. Romanında, roman kahramanına ve ondan topluma dönen bir çember oluşturmuştu. Kelimeleri tasarruflu bir şekilde kullanmakta ısrar ederken yoğun betimlemeler ve fazla uzun cümleler kurması okumayı zorlaştırmıştı. “Yarın Başka Bir Gün Olacak “ ise onun öykü kitabıydı. Bu kez de onun kahramanlarını genellikle kaybedenlerden seçtiğini fark etmiştim. Yazarın zor okunan yazarlardan olduğu kabul edip kimseye de tavsiye etmedim. Ardından Mario Delgado Aparain isimli bir başka Uruguaylı yazar ile tanıştım. “Johnny Sosa’nın Şarkısı” isimli trajikomik öyküsünde zorbalığın gücü karşısında insan onurunun sınandığını gördüm. Doğru söylemem gerekirse son okuduğum bu kitaplardan Galeano’dan aldığım keyfin zerresini alamadım. Güney Amerika haritasında kuzeye doğru tırmanırken bir anda kendimi, And Dağları'nın yüksek kesimlerinde İnkalar’ın ülkesinde buldum. Bu sayede Perulu yazar Mario Vargas Llosa ile tanıştım. Romanlarında iç içe geçmiş öyküleri dehlizlerden geçirerek sürükleyici ve merak uyandıran bir karakter verebilmiştir. Latin Amerikalı diktatörleri merak ettiğim için bu konuda bir başyapıt sayılan “Teke Şenliği” ile okumaya başladım. Dominik Cumhuriyetini otuz yılı aşkın bir süre kanlı bir dikta rejimi ile idare eden Rafael Trujillo’nun entrika, şiddet, işkence ve cinayetlerine tanık oldum. Diktatörün; ülkedeki bütün insanları susturması, kendi tarafındakileri kayırması, karşısındaki kişilere biat etmeleri yönünde yapılan zorbalıkları okuyoruz. İnsanların emek vererek kurdukları fabrikaları ellerinden nasıl aldığını öğreniyoruz. Okurken insanlığımdan utandım. Yazarın ilk romanı olan “Kent ve Köpekler” isimli kitapta, yazar askeri okulda geçirdiği iki zorlu yılın deneyimlerini aktarıyor. Kitaba adını veren şehir Peru’nun başkenti Lima, köpekler ise bu askeri kolejin öğrencileri. “And Dağlarında Terör” isimli yapıtında, Mao’cu aydınlık yol gerillalarının yarattıkları çağdışı terör ortamını ve bu toprakların gerçek sahipleri İnka'ların bize ters gelen geleneklerini anlatıyor. Nobel ödüllü yazar "Masalcı" isimli romanında ise Amazon ormanlarında soyu tükenmekte olan ilkel bir kabilenin izini sürüyor. Rastgele anlattığı hikayeler ilk anda okura amaçsız gibi gelse de içeriğinde derin bir felsefenin varlığı hissediliyor. "Ketum Kahraman" isimli romanında ise alçaklığın, sahtekârlığın ve entrikanın belli bir ekonomik veya sosyal çevreyle ilgili olmadığını, servet ve zenginlik peşindeki insanların ahlaki düşüşünü ve her tür insanın hayatında karşımıza çıkabileceğini hatırlatıyor. “Genç Bir Romancıya Mektuplar” isimli kitabında, roman sanatı hakkında kendi düşünceleri ile genç romancılara yol haritası hazırlarken, yazmayla yaşam arasındaki ilişkiye de değiniyor. “Mayta’nın Öyküsü” isimli romanında ise And Dağlarının eteklerindeki bir köyde hükümeti devirmek amacıyla başlayan silahlı bir isyan ile başlayan olaylar Llosa tarafından Trockist bir devrimcinin öyküsüne dönüşür. Yazarın öykü kitabı ise “Elebaşılar ve Hergeleler.” Kitapta yer alan öykülerinde, Peru halkının kaotik ortamda başkaldırısını ve giderek yayılan şiddet konusu işlemiş. Mario Vargas Llosa’nın “eğer yazdıklarım arasında yangından sadece bir romanımı kurtarmak zorunda kalsaydım onu kurtarırdım” dediği “Katedral’de Sohbet” isimli romanı da geç te olsa dilimize çevrilebildi. Okurlar bu roman sayesinde uzun bir Peru yolculuğuna çıkacak ama asla pişman olmayacaklar. Ünlü yazar 1950’lerin Lima’sında, General Odría diktatörlüğü döneminde iki eski arkadaşın gözünden; Askeri kurumları, harp okulunu, bürokratik devlet yapısını ve düzene rıza gösteren toplumun yozlaşmasını sert bir dille sorguluyor.

     Meksika’dan Patagonya’ya kadar uzanan topraklarda dolaşırken bir de baktım And Dağlarının ardına sığınan Şili’ye kadar uzanmıştım. Bildiğiniz gibi Şili çok farklı bir ülke. İnce uzun, sanki bir yılan gibi kıtanın batısını baştanbaşa dolaşmıştı. Ülkenin uzunluğunun 4.200 km olduğunu söylersem düşüncemi daha kolay anlatırım. Şili'li şair Neruda’nın ismini ve şöhretini duymuş hatta Nazım Hikmet’le olan dostluklarını da okumuştum. Bu yüzden anlatıma Şili’den devam edeceğim. Bu ülkede ilk olarak Luis Sepulveda ile tanıştım. “Aşk Romanları Okuyan İhtiyar” isimli kitabında Amazon ormanlarında yaşayan ihtiyar bir adamın öyküsünü anlatmıştı. Bu romanı ile insanları çevre sorunları hakkında bilgilendirmeyi görev bilmiş. İnsan-doğa ilişkisinin kırılganlığı üzerine uzun uzun düşündürüyor. "Dünyanın Sonundaki Dünya” isimli kitabında ise Patagonya ve ateş topraklarında yaşanan çevre sorunları ve balina katliamları üzerine eğilmiş. Yeşilci olması nedeniyle bu tür konuları işleyerek duyarlı bir yazar olma özelliğini romanlarına da taşıyordu. “Boğa Güreşçisinin Adı” adlı eserinde ise ünlü bir matador ile aynı ismi paylaşan ve Hamburg’da sürgün yaşayan Sandinist bir gerillanın serüvenlerini ilginç bir şekilde anlatmış. Kitabı okurken yazarın geniş hayal gücü ve akıcı anlatım tarzı okura keyif veriyor. “Patagonya Ekspresi” isimli yapıtında, yapmış olduğu ilginç yolculuklarda onu yalnız bırakmayıp eşlik ettim. “Duygusal Bir Katilin Günlüğü” isimli kitabı da iki uzun öyküden oluşuyor. Yazarın trajikomik yanını gözler önüne seriyor. Ülkesinde darbe olduğunda can güvenliği için çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda kalan  Sepulveda, okunması gereken bir yazar. Romanları da çok ince, insanı fazla yormuyor. Bir vesile ile bu kez elime Roberto Balano’nun, “Uzak Yıldız” isimli romanı geçti. Bu kitapta, Pinochet darbesiyle insanların değişime uğrayan hayatlarını ve yurt dışında hayatlarını sürdürmek zorunda kalan yazarların düşüncelerini öğrendim. Şili’nin en iyi romancılarından olan Isabel Allende ile “Yüreğimdeki Ülkem” adlı kitabı ile tanıştım. Sürgünde yaşamanın zorluklarını ve hiçbir yere uyum sağlayamamanın getirdiği sorunları sanki yaşarmışçasına hissettim. “Ruhlar Evi” isimli ilk yazdığı ve en önemli eseri sayılan kitapta üç kuşak boyunca bir ailenin yaşam öyküsünü anlatıyordu. Yazarın devrik başkan Allende’nin yeğeni olması da anlatıya değer katıyor. Şili’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik çıkmazı çarpıcı bir şekilde yansıtırken, okura Marquez’i anımsatıyor. “Aşktan ve Gölgeden” isimli romanı, ilk bakışta klasik bir aşk romanı gibi görünse de büyülü kurgusu ve yazarın sarsıcı sözcükleriyle politikanın insanlara yaşattığı acının en acısının anlatıldığı, bıçak kadar keskin can yakan bir eser. Latin Amerika ülkesinin yaşadığı tüm gerçeği gözler önüne seriyor. “Eva Luna” isimli yapıtında, yaşananla düşünülenin, gerçekle hayalin harmanlandığı bir masal gibi. Diyebilirim ki kendi yaşam öyküsünü de anlatmış olabilir. “Afrodit” isimli romanı ise oldukça farklı bir çalışması. Allende'nin edebiyatla oynadığı bir kitap diyebilirim. Yazar bu kitabında yemek ve lezzet tutkunlarına hitap ediyor. "Cinayet Oyunu" isimli kitabında ise alıştığımız tarzın dışına çıkmış. Roman, soluk soluğa okuyacağınız bir polisiye. "Sonsuz Düzen" ise Allende'nin ilk kez Amerikalıları anlattığı bir roman olma özelliğini taşıyor. Zaman zaman destansı olmasına karşılık ruhunun gizli sırlarını da okurlarına açıyor. "Kaderin Kızı" isimli romanında, şehrin ileri gelenlerinden İngiliz bir ailenin evlatlığı olan Eliza’nın Şili’de Valparaiso adlı liman kentinde başlayıp, altın aramaya giden sevgilisinin peşinde Kuzey Amerika’ya kadar uzanan zorlu hayat hikâyesini sürükleyici bir dille anlatmış. Bir başka Şilili yazar Antonio Skarmeta da çok yönlü bir sanatçı. Romanları ise insanın içini ısıtır gibi. Kısacası okurken keyif alacağınız kitaplar yazmış. “Neruda’nın Postacısı” onun kült kitabı filmlere bile konu olmuş. “Ateşli Sabır” ve “Gökkuşağı Günleri” isimli kitaplarında, Şili’nin içine düştüğü karanlığı ve çıkış yolu arayan gençliğin buhranlarını kolay anlaşılır bir dille anlatmış. Roberto Bolano ise görece hem daha genç bir şair ve romancı hem de çok genç yaşta bu dünyadan göçmüş. “Tılsım” ve “Uzak Yıldız” ise okuduğum kitapları. Cesur ve yazma risklerini göğüsleyen bir yazardı.

     Şili’ye kadar gelip te Arjantin’e uğramadan geçilmez. Arjantin edebiyatı dediğimizde ise akla; Julio Cortázar, Jorge Luis Borges, Alberto Manguel ve Ariel Dorfman gelir. Julio Cortazar. Aslında o bir öykü ustası. Öykülerinin çoğu fantastik olsa da antropolojik nitelikte olduğu için değerlidir. Latin Amerika’nın ünlü şairi Pablo Neruda, Cortazar için, onu okumamış olanlar kader kurbanı yani hayatında hiç şeftali tatmamış bir insana benzer demiş. Ünlü yazarın okuduğum ilk kitabı, “Mırıldandığım Öyküler” isimli kitabı oldu. Ünlü şair. Cortazar’ın öykülerinde zaman ve mekân düzlemlerini sıklıkla düşsel bir gerçekliğe dönüşüyor. Yarattığı karakterleri, bir kediyle olan ilişkisini, sevdiği bir müziği dinleyişini ya da beğendiği bir tabloyu seyredişini anlatırken kendinizi yanında hissettiriyor. "Seksek" isimli romanı, yazarın başyapıtı olarak gösterilir. Antiroman diye de nitelenen, "anlatı" ile "anlatının yarattığı çağrışımlar" üzerine inşa edilen Seksek'in başındaki okuma planında, maceracı okurlar için alternatif "sıçrayarak okuma" düzeni yaratmış. Şimdiye kadar rastlamadığım bir tarz. “Seksek” isimli bu 750 sayfalık kitabı  okumayanlar bana göre fazla bir şey kaybetmemiş. "Sınav" isimli yapıtında, Buenos Aires caddelerinin sürprizlerle dolu meydanlarında, cazın ve taze fikirlerin oluştuğu bar ve kafelerde geçiyor. “Andres Pava’nın Güncesi” ise Cortâzar’ın, roman kahramanı Andres Fava aracılığıyla sorduğu sorularla dolup taşıyor. Aslında öykü, tüketmesi kolay, üretmesi zor olan edebî tür. Lakin o bu zorluğu kendi düşünceleri ile yenmiş. Onun için edebiyat anlatmak değil sormaktır. Her soru ona göre her zaman için bir sorudan daha da fazladır. Bu nedenle tanıdığımız en muhteşem sorgulayıcıdır. O olağanı değil olağanüstü olmayı sever. Müzik dinlemek onun hayatının bir parçasıdır. Hatta dinlerken trompetiyle eşlik ettiği bile olur. Buna karşılık yazarken asla müzik dinlemeyen çok farklı karakterde bir insandır o. Bu ülkede tanıştığım ikinci Arjantinli yazar, Jorge Luis Borges oldu. “Yedi Gece” isimli kitabında Komedya'dan Binbir Gece Masalları'na, Şiir'den Kabala'ya, düşlerin, düşüncelerin, söylencelerin arasında okura keyifli fantastik bir yolculuğun keyfini yaşatıyordu. “Alçaklığın Evrensel Tarihi” isimli kitabında ise, kadın korsandan mahalle kabadayısına, katillerden büyücüye kadar çok değişik ve farklı konuları, kendine özgü bir farklılıkla işliyordu. “Atlas” isimli kitabında ise, yaptığı gezilerde biriktirdiği anıları, gözlemleri ve düşlerini, fantastik bir bakış açısı ile yorumlamış. “Diğer Öyküler” ise olgunluk döneminde yazdığı öykülerden oluşan bir seçki. Etkili ve başka hiçbir yazarla karıştırılmayacak kadar özgün yazan bu değerli yazarı oldukça geç keşfettiğim için de üzgünüm. Alberto Manguel ise bir diğer Arjantinli yazar. Aynı zamanda editör, çevirmen ve Arjantin Ulusal Kütüphanesi'nin eski genel müdürü. “Okuma Günlüğü” ve “Kelimeler Şehri” isimli kitapları deneme türü. Her kitapseverin keyifle okuyacağı bir kitaplar. “Geceleyin Kütüphane” isimli kitabı ise bir inceleme. ”Gezgin, Kule ve Kitapkurdu” ise metafor olarak okuru kullandığı değişik bir deneme. Dünyayı ve evreni okunması gereken bir kitap gibi algılıyor. “Beş Şehir” isimli kitabında ise Türk yazarı Tanpınar’ın izini sürüyor. Alışılagelenin ötesinde bir yazar, tanışmak gerek. Ariel Dorfman, Buenos Aires şehrinde doğmuş bir romancı, oyun yazarı, deneme yazarı, akademik ve insan hakları aktivisti. “Terör Cininin Kovulması”, “Maskara”, Ateş Sardı Evimi” ve “Konfidenz” ise okuduğum kitapları. Sanatından ödün vermeden yazdığı kitaplar bir solukta okunuyor. Son günlerde fazla konuşulan “Kâğıt Ev” ise Carlos Maria Dominguez’in kitabı. Bazı insanlar kitap okumaz, bazıları okur buna karşı bir kısmı da okumakla kalmayıp onlarla birlikte yaşar. Bu kitap onların kitabı.

     Zaman ilerledikçe eskiden tanıştığım Brezilyalı yazarların yanına büyülü gerçekçiliğin diğer ünlü temsilcisi, Brezilya’nın yoksul siyahlarını ve melezleri ile kırsal kesimini yazarı Jorge Amado’yu ekledim okuduğum yazarlar arasına. ”Gecenin Çobanları” isimli romanında, Bahaî sokaklarının aylaklarını, hırsızlarını ve fahişelerini anlatmış. Onların dünyasında masalımsı bir yolculuğa çıkarıyor okuru. “Tarçın Kokulu Kız” romanında da Bahia’nın ruhunu yansıtmış. Jean-Paul Sartre, bu roman için halk için yazılan en iyi roman diye övmüş. Kızgın Toprak” isimli romanında ise, toprak ağalarının acımasız zalimliklerini konu ediyor. Ezilen ve insanlıklarını yitiren gerçek toprak sahiplerinin dramını yansıtıyor. "İhtiyar Denizciler" Bahia halkının yoksul insanları arasında geçiyor. “Ölü Deniz” romanı ise diğer yapıtlarından farklı. Amado bu yapıtında aşka özel yer vermiş.  Aşkın yanı sıra cinsellik ön plana çıkarılmasına rağmen hiç de açık saçık bir roman havası yok. Oysa birçok erotik satır bulunduğu halde özenle yazılmış bir incelik ve zarafete sahip. Önceki romanlarında kakao işçilerini, Salvador işçilerini ve kenar mahallelerde yaşayan zencileri tanıtırken bu eserinde deniz insanlarının ilginç ama o ölçüde düşündürücü yaşamlarını konu etmiş. Aslında okuduklarım bana pek de yabancı gelmiyor gibi. Yer yer Çukurova insanının dramını anlatan Yaşar Kemal’i çağrıştırıyor. Solcu etkinlikleri yüzünden kitapları yakılan yazarın en önemli eseri ise “Mucizeler Dükkânı” isimli romanı. Bahia insanını yani gerçek Brezilya halkını onun sayfalarında tanıyacaksınız. “Jubiaba” romanı ise yazarı tüm dünyaya tanıttı. Roman, okurun duygularını harekete geçiren büyük bir eylem gücü yaratıyor. Kitaplarında kullandığı şiir lezzetindeki anlatımın yanı sıra yer verdiği mizah öğeleri de okuru romana daha fazla ilgi göstermesine yol açıyor. Brezilyanın ruhunu keşfetmek isteyen okurlar için çok yerinde bir tercih,

Julia Alvarez ise New York doğumlu Dominikli bir kadın yazar. Doğumundan kısa bir süre sonra ailesi Dominik Cumhuriyeti'ne göç eder. Alverez'in babasının da yer aldığı Trujillo diktatörünü devirme girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine aile ülkeden kaçarak ABD’ye yerleşir. Daha sonra yazdığı romanında da Dominik Cumhuriyeti'nde Trujillo yönetiminin kadınlara uyguladığı şiddeti konu eder. Kitabına da “Kelebekler Zamanı” adını verir. Alvarez, romanında bizlere Mirabal kardeşlerin resimlerini yapıyor. Yolculuğum Meksika’ya komşu bir orta Amerika ülkesi olan Guatemala’ya kadar devam etti. İlk olarak Miguel Angel Asturias’ın, “Guatemala’da Hafta Tatili” isimli kitabını okudum. Ülkesindeki diktatörlük yönetiminden kaçıp ölünceye kadar Avrupa’da yaşamak zorunda kalan Nobel ödüllü yazar kitabında, Amerikalılar tarafından düzenlenen faşist bir darbeyi anlatıyor. Yazarın kült eseri olan “Sayın Başkan” isimli kitabını ise uzun aramalarıma rağmen bulamamıştım. Sıkı bir okur olan arkadaşım durumu öğrendiğinde kendi kitaplığında bulunan bu kitabı hediye etti. Onun sayesinde diktatörlük üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biri olan bu romanı okuma fırsatını buldum. Romanında diktatörlüğün neden olduğu büyük yıkımları ve acıları çok güzel bir dille anlatıyor. Yazarın "Kasırga" isimli romanında ABD tröstünün ülkenin bakir ormanlarını talan ederek ülkeyi talan edişini anlatıyor. Cemal Süreya’nın Türkçesiyle okuduğum "Yeşil Papa" isimli romanında, bir muz şirketinin Orta ve Güney Amerika’daki sömürüsünü ve işçilerle küçük toprak sahiplerinin bu sömürüye karşı direnişlerini masalla gerçeğin iç içe olduğu bir söylemle aktarmış. Asturias'ın eserlerini okuduğunuzda yurdunun gerçeklerine uygun düşen anlatım tekniğine sizlerde beğeneceksiniz. Sergıo Gutıerrez Negron, Porto Riko edebiyatının genç bir temsilcisi. “Uyuyor Diyorlar” adını verdiği romanında,  hayat ve ölüm arasındaki belirsiz konumumuzu şiddet ve kardeşlik üzerinden sorgulatan nitelikli bir roman. Zira genç yazar, iyi bir hikâye anlatıcısı. Şiddet dolu dünyaların nelere mal olabileceğini bizlere sonuna kadar sorgulatıyor. Gioconda Belli, şair ve romancı ama bir farkla Nikaragua'lı varlıklı bir ailenin kızı. Genç yaşta evlenip çocuğu olduktan sonra, Somoza diktatörlüğünü devirmek için Sandinist gerillalara katılan genç bir kadın. Yazmış olduğu "Tenimdeki Ülke Nikaragua" isimli kitabında, aşk ve çocukların devrimi diye nitelenen devrimin anılarını akıcı bir dille okura aktarıyor. Mademki yolculuğa çıkmıştım Küba’ya da uğramalıydım. Önce Küba edebiyatının ünlü temsilcisi Alejo Carpentier’in “Suların Ayrıldığı yer” ve “Bu Dünyanın Krallığı” isimli romanlarına sıra geldi. Carpentier, büyülü gerçekçilik akımının ilk temsilcilerinden. Marquez’i dahi etkilemiş. Bu Dünyanın Krallığı romanı, birçok araştırma, tez ve kitap konusu oldu. Roman birçok ülkenin orta eğitim ve üniversite müfredatında yer alıyor. Ardından Julio Travieso’nun “Kurdu Öldürmek” adlı eseri okudum. devrim öncesinde Batista diktatörlüğüne karşı savaşan Küba halkının ve gençliğinin inançları ve özgürlükleri için verdikleri mücadele anlatılıyor. Cabrera İnfante’nin yazdığı “Kapanda üç Kaplan” ise devrim öncesi Havana’nın gece yaşamını farklı bir gözle yansıtıyor. Son okuduğum roman ise “Felaketzedeler Evi” oldu. Guillermo Rosales tarafından kaleme alınmış. Yazarın kendi hayatından esinlendiği söyleniyor. Aileleri tarafından bakımevine bırakılan insanların yaşadıkları dram. Okurken üzüleceksiniz.

     Güney Amerika Edebiyatı dediğimizde bunu sadece bir coğrafi bir bölge olarak algılamamak gerektiğini sizlere açıklamıştım. Bu nedenle Meksika'dan Amerika Birleşik Devletlerine göç eden insanların oluşturduğu bir toplum olan "Chicano" lar gittikleri her ülkeye kendi örf ve adetlerini, kendi inançlarını taşımış, kendilerine özgü sanat yapıtlarını da ortaya koymuşlardır. Bu yüzden gezintimi A.B.D nin New Mexico şehrine kadar uzattım. Hispanik toplumunun en çok okuduğu yazar Rudolfo Anaya’nın yazdığı “Alburquerque - Yılanın Dansı” isimli kitabı okudum. Roman genç bir adamın kimlik bulma öyküsünü anlatırken masalları, efsaneleri ve gelenekleri ile tanımadığımız Chicano dünyasının kapılarını bizlere aralıyor. İkinci kitap olarak yazarın başyapıtı sayılan “Kutsa beni Ultima” isimli kitabında ise Pagan kültürünü Hıristiyanlığın karşısına koymuş. Bu iki inanışı bir biri ile çarpıştırıyor. Bunu yaparken yaşanan olayları küçük bir çocuğun gözünden okura aktarıyor. Hastaları iyileştirme gücü taşıdığına inanılan bir şaman olan Ultima yaşamına girdiğinde, Antonio Márez altı yaşında küçücük bir çocuk. Antonio, Ultima’nın koruyucu ve bilge kanatları altında, kendisini halkına bağlayan pagan geçmişine uzanan bağları keşfeder. Onu yeryüzünün gizemleriyle tanıştıran, ruhunun doğumuna güç veren Ultima’yı yaşamının en önemli dönemeçlerinde hep yanı başında bulur. Tabi sonunda karşımıza bir inanç ikilemiyle karşı karşıya kalan genç Antonio ortaya çıkar. Amerika’dan güneye indiğimizde Meksika’ya geliyoruz. Bu büyük ülkenin en usta romancısı Carlos Fuentes ile tanışıyoruz. Carlos Fuentes, Meksika’nın gerçekten önemli bir yazarı. “Koca Gringo” adlı romanında, Meksika'nın Pancho Villa’lı devrim yıllarında, Amerikalı bir gazetecinin yaşadığı serüveni anlatıyor. “Sefer” isimli kitabında ise, Latin Amerika'nın bağımsızlık tarihini farklı bir şekilde aktarıyor. Başyapıtı sayılan ve sonunda benimde çok beğendiğim “Laura Diaz’lı Yıllar” adlı eserinde ise, Meksika yakın tarihini destansı bir roman kurgusu içinde bir kadının gözüyle anlatıyor. Bu kitapta sadece dönemin Meksika’sını değil Kuzey Amerika’da ki toplumsal değişimlerden İspanya’da ki iç savaşa. Almanya’da ki Nazi toplama kamplarından Amerika’da ki McCarthy’ci akımlara muhtelif olaylara yer veriyor. Bu büyük yolculuğu sırasında Laura Diyaz’ın hayat felsefesi, aşkları, umutları ile birlikte kâh hüzünlü kâh gülünesi bir şekilde okurla bütünleştiriyor. Önceleri okuru sıkan, yaşayışı ve davranışları bizim toplumumuzun genel örf ve adetlerine ters gelen roman kahramanını, romanın sonlarına geldiğimizde bize sevdirdiği gibi romanın bitmesini hiç istetmeyecek kıvama getirmesini iyi biliyor. “Kartal Koltuğu” isimli kitabında, Başkan ve kurt bir bayan politikacıyı romanın kahramanları yapmış. İlginç kurgusuyla bir solukta okunan kitabı aynı zamanda bir o kadar da düşündürücü. "Artemio Cruz'un Ölümü" isimli romanında tek bir insanın yaşamında Meksika tarihini yazmış. "İnez'in Sezgisi" oldukça farklı bir kitap. İmgeleri ve metaforları ile iki farklı ama bazı yönleri bir o kadar benzer olan bir hikayeyi anlatmış. “Dıana” ya da Yalnız Avlanan Tanrıça. Roman kahramanı Diana, 41 yaşında intihar eden ünlü Amerikalı oyuncu Jean Seberg, yazar da Carlos Fuentes. Diana'nın kocası ise, ünlü Fransız yazarı Romain Gary. “Cennet’teki Adem” ismini verdiği romanını tam bir meksikomedya olarak tanımlamış. “Körlerin Şarkısı”, Fuentes’in öykülerinden oluşmuş. Yazar, "Frıedrıch Balkonunda" isimli kitabını ölümünden kısa bir süre önce bitirmiş. Romanında hayali bir devrimden yola çıkıp gerçekleri sorguluyor. Ülkemizde fazla popüler olmayan yazar benim nazarımda ilk beş içinde yer alır. Don Quijote’den sonra İspanyolca yazılmış en önemli roman olarak lanse edilen bir kitaptır "Pedro Parama." Bana soracak olursanız okunmasa da bir şey kaybetmezsiniz. Meksikalı yazar Juan Rulfo'nun roman kahramanı kötülük timsali bir toprak ağası. Romanda kişi ve zaman geçişleri çok hızlı yapıldığı için okur takip etmekte zorlanıyor. Neyse ki romanın sayfa sayısı az. Eserin en önemli özelliği kendinden sonra gelen Latin Amerikalı yazarları etkilemiş olması. “Kızgın Ova” ise yazarın öykülerini topladığı kitap. "Ova Alev Alev" yazarın başka bir hikaye kitabı. Rulfo, devrimci edebi tarzıyla, Meksika Devriminden sonra ülkenin kırsal kesiminde yaşanılan problemleri anlatıyor. Laura Esquivel, Meksikalı bayan yazar. Latin Amerika edebiyatına ciddi katkıları olan Esquivel, büyülü gerçekçilik akımının günümüz temsilcilerinden. Romanının ismi “Acı Çikolata.” Meksika Devrimi sırasında De la Garza ailesinin en küçük kızı Tita’nın mis gibi kokular yükselen mutfağına konuk olur okur. Tita’nın yaptığı geleneksel Meksika yemeklerinin sırrı içine kattığı kendi duygularıdır. Acı Çikolata, geleneğe başkaldıran evrensel kadın kimliğine de özgün bir yorum getiriyor. Şayet Latin Amerika Edebiyatını iyi tanımak istiyorsanız; Maya, Aztek ve İnka uygarlıkları hakkında yazılmış kitaplardan en az birer tanesini okumak gerek. Sizi daha fazla yormamak için Marqez'le baş başa bırakıyorum.

 

Ey insanlar!

Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim.

Tüm insanların,

mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden,

dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.

Sizlerden çok şey öğrendim.

Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.

Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.

Mutsuz bir şekilde. Artık ölebilir miyim?

 

Gabriel Garcia Marquez

bottom of page