top of page

LATİN  AMERİKA GERÇEĞİ

DİKTATÖRLER

        Latin Amerika toplumunda diktatörün rolüne meydan okuyan romanlara çok sık rastlanır. Bu nedenle Latin Amerika edebiyatında bir tür oluşmuş olup bu tür romanlara, "novela del dictador" adı verilmiştir. Bir eserin diktatör romanı olarak değerlendirilmesi için hikâyenin tarihten gelen güçlü siyasi temaları işlemiş olması gerekir. Bunun yanı sıra diktatörün, sahip olduğu gücü eleştirel bir şekilde inceleyerek otoriterliğin doğası olan insan hak ve özgürlükleri üzerinde ciddi tehlikeleri de okura göstermesi gerekir. Bu türün ilk örneği olarak, Domingo Faustino Sarmiento tarafından yazılmış, “Facundo” isimli roman gösterilir. Bir 19. yy romanı olan Facundo, Başkan Juan Manuel de Rosas'ın Arjantin'deki diktatör rejiminin dolaylı bir eleştirisi niteliğindedir. 1845 yılında yayımlanan kitabın yazarı Domingo Faustino Sarmiento’nun sadece edebi bir kimliği yoktur. O; Arjantinli bir aktivist, entelektüel bir yazar, devlet adamı ve Arjantin'in yedinci başbakanıdır. Yazdığı roman ile edebiyat dünyasına diktatörler olarak yeni bir çığır açmıştır. Buna karşılık ne yazıktır ki bir ilki temsil eden bu önemli kitap bunca yıldır maalesef dilimize çevrilmemiştir. Ben bu makalemde sizlere birkaç ünlü Latin Amerikalı yazarın diktatör romanını tanıtacağım.

 

          Miguel Angel Asturias, iyi eğitim almış Guatemala’lı ünlü bir yazardır. “Sayın Başkan” isimli romanı, adı hiç geçmemekle birlikte, Guatemala diktatörü Manuel Estrada Cabrera’ya yöneltilmiş ağır bir yergi niteliği taşır. Ancak roman, giderek, tüm bir Latin Amerika diktatörlüklerini eleştirenlere esin kaynağı olan bir baş yapıt olarak kabul edilir. Bu nedenle bir kısım edebiyat eleştirmenleri tarafından, 1946 yılında yayınlanan “Sayın Başkan” isimli kitap, diktatör romanı diye niteledikleri türün ilk örneği olarak kabul edilmektedir. Ünlü yazar bu tarihten sonra yazdığı romanlarını başlıca iki konuya odaklamıştır. Halkının kültürel kökenlerini açıklayarak yazgılarını dile getirenler ile ülkesini sömüren iç ve dış güçlerin içyüzlerinin anlatımı kitaplarının temel konularını oluşturmuştur. Kötülüğün yukardan aşağıya doğru nasıl yayıldığını çok iyi bir dille anlatmıştır. Yazdığı romanını adeta siyasi protesto silahı olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Asında o yazmış olduğu Sayın Başkan kitabı ile Güney Amerikalı diktatör prototipini de çizen öncü bir yazar olmuştur. Romanında çizdiği başkan tipi tüm Latin Amerika ülkelerinde rastlanılan diktatörlerle özdeş olmuş gibidir. Onun diktatörleri Hitler ve Mussolini gibi Avrupalı yazarlara hiç benzemeyen karakterlerdir. Çünkü Latin ülke diktatörlerinin tümü gizliliği ve karanlığı seven kişilikler olmuşlardır. Latin Amerikalı diktatörler, ortalıkta görünmeseler bile kendilerini halklarına her an ve her yerde hissettirme yeteneğine sahip kişiliktedir. Onlar, muhaliflerini zindanda bile izlettiren, aşırı kinci, acımasız bir başkan portresi çizerler. Bu husus tüm Latin Amerikalı diktatörlerde görülen ortak bir özelliktir. 1933 yılında yazmış olduğu romanını ancak 1946’da yayımlatabilmiştir. Roman yazarına Nobel Edebiyat ödülünü kazandırmıştır.

 

       Augusto Roa Bastos, Paraguay asıllı ünlü yazar ve düşünür. Yapıtlarında siyasi gücün en karanlık yönlerini gösterdiği için hayatının 36 yılını sürgünde geçirmek zorunda kalan ünlü bir yazardır. En ünlü kitapları ise “İnsanın Oğlu” ve “Ben, En Büyük” isimli romanlarıdır. Kitapları belki sayısal olarak fazla olmasa da içerikleri fazlasıyla yoğundur. İspanyol yurttaşlığına hak kazanan yazarın, “Yo el Supremo” (Ben, En Büyük) isimli romanı, bazı eleştirmenler tarafından diktatörler üzerine yazılmış en iyi yapıt olarak gösterilir. Kitabın adı, Başkan Francia'nın kendisinden, "El Supremo" veya "Yüce" olarak bahsetmesinden kaynaklanır. Yazar, diktatörün beyninin içine girmiş gibi canlı bir anlatımla yazmıştır, güç ve zorbalığın hikâyesini. Romanın dili, içeriği ve biçimi eleştirmenler tarafından çok başarılı bulunmuştur. Augusto Roa Bastos, 1814 ve 1840 yılları arasında Paraguay'ı 26 yıl demir bir yumrukla yöneten Başkan José Gaspar Rod Rodríguez de Francia'nın yanılsamalarla dolu kaotik ve ironik dünyasını, büyük bir gerçekçilik ve tarihsel parametreleri de başarılı bir şekilde kullanarak yazmıştır bu ünlü romanını. 1974 yılında yayınlanan bu anıtsal kitap ta ne yazık ki henüz dilimize kazandırılamamıştır.

 

     Sırada hepinizin yakından tanıdığı çok ünlü bir yazar var. Marquez’in, “Başkan Babamızın Sonbaharı” adlı romanı tam kendisine özgü bir diktatör romanı. Ünlü yazarımızın 1975 yılında yayımladığı romanında; can çekişen, ama bir türlü ölmek bilmeyen, yaşama tutunmak adına durmadan cinayetler işleten, kan dökmekten bıkıp usanmayan çok yaşlı bir diktatörün öyküsünü anlatıyor. Belki 120 belki de 200 yaşında bu diktatör. Roman içinde zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin insanların birbirlerine ne kadar benzediğini gözler önüne seriyor. Çok ciddiye aldığımız kendi özelimizin aslında evrensel olduğu gerçeğini fark ediyoruz. Diktatörlükte mutlak gücün ve bunun getirdiği ölümcül korkunun bir müddet sonra güç sahibini de korku dolu bir yalnızlığa sürüklediğini hissediyoruz. Korku imparatorluğunu kuranlar bir müddet sonra ondan en fazla korkanlar haline geliyor ister istemez. Romanında tek bir kişinin tüm siyasi, ekonomik, dini ve sosyo-kültürel yaşamı kendi ukdesinde toplayarak karar mekanizmalarını kişisel arzu ve istekleri üzerinden şekillendirmesini anlatıyor sanki günümüzü yaşarcasına. Büyük usta Gabo, hem bu coğrafyadaki edebî gelenekten hem de gerçek diktatörlerden (Francisco Franco’dan Perez Jimenez’e kadar gelen uzunca bir liste) yola çıkarak karma bir karakter yaratmış romanında. Bunun yanı sıra yer yer halk ile diktatör arasındaki ilişkiyi de sorgulamaktan hiç geri kalmıyor. Suçlu hiçbir zaman tek değildir. Onu görüp ses çıkarmayanlar da bir o kadar suçludur aslında.

 

     Julia Alvarez; ABD doğumlu, on yıl süreyle Dominik Cumhuriyetinde yaşamış bir yazar. Dominik, Küba ve Jamaika'nın doğusunda Karaib Denizinde yer alan bir ada devleti. Adayı da Haiti ile birlikte paylaşıyor. Alvarez, yaşanan bir olaydan yola çıkıp, 1994 yılında, “Kelebekler Zamanında” isimli romanını kaleme almış. Dominik Cumhuriyeti'nde 1940'lı yılların sonunda duyulmaya başlayan çığlık, 1960'lı yıllara kadar da hiç susmamış. Aslında bu çığlık, toplumun çığlığı ve bu direniş bütün kadınlar tarafından diktatör Trujillo'ya karşı yapılan haklı ve saygın bir direniş. Romanın kahramanları dört kız kardeş. Bu dört kardeş, gençlik yıllarından yetişkinliklerine kadar dönemin en acımasız olaylarıyla karşı karşıya gelerek deneyim kazanmışlar. Bu dört kardeşin yaşamları kadar, yaşama vedaları da bir o kadar sıra dışı olmuş. Mirabel Kardeşler olarak tanınan bu dört kız kardeş, zaman içinde “Kelebekler'” adıyla bir efsaneye dönüşmüşler. Romanı okurken ülkenin zorba diktatörü Trujillo'ya karşı direnen ve karşılığında ölümle cezalandırılan üç kız kardeşin ve onların hayatta kalan diğer kız kardeşlerinin acılı hikâyelerine tanıklık ediyoruz. 25 Kasım 1960’da Dominik Cumhuriyeti’nde faşist Trujillo Hükümet’ine karşı ezilenlerin verdiği bu büyük mücadelede sembol haline gelmiş olan Mirabel kardeşlerin tecavüz edilerek öldürüldüğü bir gün olarak tarihe geçmiştir. Bugün, 20.yy da yapılan bu insanlık ayıbından yüzlerimizin kızardığı bir gündür. İşte bu yüzden; her yıl 25 Kasım’da, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanır. Bugün tüm insanlar ellerini ve yüreklerini birleştirip haksızlığa karşı mücadeleyi birlikte sürdürmeye devam edeceklerini yüksek sesle haykıracaklardır. Bunu yaparken de Julia Alarez'in, “Kelebekler Zamanında” isimli kitabını okumayı ihmal etmeyelim.

 

     Mario Vargas LIosa, “Teke Şenliği” isimli romanında Dominik diktatörü Rafael Trujillo’yu anlatıyor. Asturias ve Marquez’den sonra yeni bir diktatör portresi çizerek onların yanında kendisine kalıcı bir yer açıyor. 1930’dan 1960’da öldürülmesine kadar Dominik Cumhuriyeti’ni yöneten, sevenlerin “Şef” sevmeyenlerin “Teke” lakabını verdikleri diktatör Rafael Trujillo’yu anlattığı romanda, mizahla siyaseti eşit ölçülerde kullanarak okunmasını da kolaylaştırıyor. Trujillo sadece bir diktatör değil aynı zamanda seviyesiz bir adam. Siyasi gücünü ve sahip olduğu imkânları sadece ülkeyi yönetmek için kullanmamış, bu gücü kendisinin seks hayatında kullanmaktan da çekinmemiş. Üstelik bu yönünü toplantılarda ve kalabalık ortamlarda dile getirmekten adi bir şekilde zevk dahi almıştır. Ünlü yazarın 2010 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesinde, son romanı Teke Şenliği’nin katkısının büyük olduğunu da anlıyoruz. Akademi, ödülün gerekçesini açıklarken, Vargas Llosa’nın, “iktidarın yapısının haritasını çıkardığını” ve “bireyin direnişini, isyanını, yenilgisini gayet keskin imgelerle yansıttığını” dile getiren bir övgü cümlesi kullanmasını da buna bağlıyoruz. Baskı düzenlerinin edebiyat karşısındaki tutumu ve sansür konusundaki görüşlerini romanlarında açıkça dile getiren Vargas Llosa, “Edebiyat olmasaydı, özgürlüğün yaşamı yaşanılır kılmadaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, bir ideoloji ya da bir dinin ayakları altında çiğnenmesinin yaşamı nasıl cehenneme çevirdiğinin farkında olamazdık. Edebiyatın her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını, onu bastırmak için neden sansür sistemleri kurduklarını, neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine.” Sözleriyle konuyu zaten kendisi de açıklıyor. Şimdi gelelim Teke Şenliği'ne. LIosa, farklı bir yazar. Siyasette ne kadar sağcıysa, edebiyatta ve özellikle Teke Şenliği gibi romanlarında bir o kadar devrimci ve yenilikçi çizgidedir. Belki de çift karakterlidir. Yani Mevlana'nın sözlerine hiç ama hiç uymayan bir insan tiplemesi. "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" sözünü hiç işitmemiş gibi.  Ama bu durum onun yazarlığından fazla bir şey eksiltmiyor bana göre. Aynen Kemal Tahir'de de gördüğümüz gibi. Teke Şenliği, bence LIosa'nın en başarılı kitapları arasında yer alıyor.

 

     Başka bir yazıda tekrar buluşmak dileğiyle. 

bottom of page